2023 Ağustos. Canım Babam İsmail: Keşfedilmemiş Bir Sanatçı. Okulsuz Bir Aydın. Örnek Bir Yenilikçi

Prof. Dr. Nazire Akbulut

Ağustos 2023

Her Ağustos, yokluğunu bir sızı gibi anımsatıyor. Anılarımı depreştiren, son dönemlerde okuduklarım ve yaşadıklarım mı, yoksa özlemim mi?

Zafer Şenocak’ın babasını anlamaya dayalı anılarını da kapsayan deneme eseri Senin Sözlerin ve Annie Ernaux’nun Babamın Yeri adlı duygusuz, peki neden anlatıyor dedirten baba biyografisi veya Hermann Hesse’nin “Der Bettler” (“Dilenci”) adlı öyküsündeki gibi farklı eserlerde yazarların babaları ile olan anılarını art arda okumalarım mı?

Bir de bir baba-kız vedasına görsel ortaklığım mı? Mütedeyyin bir komşumun üniversite mezunu kızı evlendi ve başka bir kente yerleşmek üzere babasına veda etmek üzere babasının boynuna özlemle sarıldı. Öyle duygu dolu bir andı ki. İstanbul Sözleşmesi’ni yok sayan bir iktidarın yönettiği; kadın cinayetlerini önlemek değil, haklı çıkarmaya veya en azında böyle bir sorun yokmuş gibi davranmaya çalışıldığı; kadının etek boyunun gündemden düşürülmediği; küçücük kız çocukların babalarının yanında onları tahrik etmeden oturmaları din adına vaaz edildiği bir ülkede böyle bir manzara o kadar değerli ki…

Yoksunluğunu hissettiğim o müşfik baba kollarını özledim. O sevgi çemberi kollardan yoksun olalı, bir genç insan ömrü kadar yıllar geçti.

Dört kardeşiz. Dördümüzün babamızla anıları ve onunla ikili ilişkileri farklıdır. Ebeveynlerimizin ilk göz ağrısı ablam, minyon oluşundan ötürü, masada yavaş yemek yiyişine babamızın, “Oğul oğul, ye ye!” diye müdahale ettiğini gülerek ve sevgiyle anımsar.

Babam, ‘tek erkek çocuk, şımarmasın’ diye, oğluna duyduğu sevginin coşkusuna ket vururdu. Kardeşim, yıllar sonra albümdeki bir resme bakıp: “Babamın özgüveninin, benim yaramazlığımın tavan yaptığı yıllar”, diye biraz buruk bir şekilde o yıllarda hissettiği baba otoritesini bir gözlem olarak paylaşır.

Evimizin son üyesi kız kardeşim, gençliğini hep merak ettiği olgun yaşta ve deneyimli babanın sevgisi ve ilgisi ile özgüvenle büyüdü. Babamız vefat ettiğinde, ona göre: “Herkesin babası yaşarken aynı yaşlardaki benim babamın vefat etmiş olması haksızlık[tı].”

“Oğul, oğul” diye hitap ettiği biz çocuklarını annemiz ile birlikte sevgi ile büyüttü, arkalarında dağ gibi durarak güven verdi; yanlarında omuz omuza durarak özgüven kazandırdı.

Benim ise babam ile anılarım o kadar çok ki… ‘Evlendirip kurtulmadı’; evlendikten sonra daha da çok destek oldu. Çocukluğum, tüm akrabaların eleştirisine rağmen, dizinde oturarak veya kucağında geçti. Gurbete gidişi beni suskunluğa boğdu. Almanya’da yaşadığımız yıllarda, Almanca haberleri Türkçeye çevirmemi isterdi. Kelime hazinem yetmediği için yarım yamalak çevirdiğim bilgiyi o, yaşam deneyimi ile tamamlardı. Almanya’da ve Türkiye’de resmi kurumlara birlikte giderdik.

Yaşım gereği Batı rock müziği ile tanıştığım o yıllarda, babam da Âşık Mahsuni Şerif’in plaklarını bizimle, akrabalarımızla ve dostlarıyla paylaşırdı. Her zaman nitelikli sanatı ve sanatçıyı görüp takdir etmesi; gelişmiş müzik kulağı ve çok iyi bir gırtlağa sahip oluşuyla; Erzurum baş barı, hançer barı gibi halk oyunlarını mükemmel bir şekilde oynamasıyla; eğitim almış bir tiyatro sanatçısı kadar taklit ve oyun yeteneğinin olmasıyla ve ne yazık ki icra etmeyi erken bıraktığı müzik aleti keman dâhil tüm sanat dallarına yatkınlığı ile daha bir anlaşılabilir.

Mükemmel bir baba, sevdalı bir eş ve sevgiden anlayan bir insan. Babamla bir anım üzerinde yoğunlaşarak onun ne denli çağının ilerisinde bir insan olduğunu somutlaştırmak isterim. Askerde iken okuma yazmayı öğrenen babamın şahsında ‘aydın’ betimlemesinin ve ‘bilinçli ebeveyn’ tanımını örgün eğitime bağlayan klişeyi de kırmak isterim.

Bana göre babamın içine doğup büyüdüğü ataerkil Doğu Anadolu kültürünü, sahip olduğu iki özellik yumuşatmıştır: Öncelikle on kardeş içinde sevginin vücut bulmuş o eşsiz karakteri; sonra da, “incitsen de incitme” düsturuna dayalı inancının sevgi huzmesi. Kardeşlerinin, yeğenlerinin, gelinlerinin ve yolları kesişmiş dost dediği insanların hayatlarına hep olumlu dokunuşları olmuştur. Bununla birlikte, paylaşmak ile sömürülme arasındaki ince çizgiyi yaşı ilerleyince buruk bir şekilde daha net fark etmiştir.

Malatya’da jandarma olarak askerliğini yaparken evlenmek ister. Hemşerisi olan askerlik arkadaşı, “Evlenip gurbette ne kalacaksın. Bizim muhtarın kızı senin dengin. Onunla evlen!” önerisini getirir. İzine geldiğinde, uzaktan akrabası olan, dolaysıyla ailesini tanıdığı bu genç kızın istenmesini büyüklerine uygun bir dille ifade eder. İzni biter, büyük övgüyle bahsedilen muhtarın kızını göremeden tekrar birliğine döner. Kendisi terhis olana kadar, sülalenin önde gelen insanları gider muhtardan kızını ister ve - o yıllarda yaygın olduğu şekilde - gıyabında nişanlanır. Terhis sonrası da evlenir, yüzünü ilk kez görüp hayaline âşık olduğu kadına birçok toplumsal kuralı çiğneyerek sevgisini ifade eder.

Bu büyük sevgiden doğan üçüncü çocuğum. Doğumumdan önce ve sonra toplamda üç çocuğunun bebek yaşta vefatını yaşayan ebeveynlerim, beni de kaybetme korkusu ile sevgi ve ilgilerini gizlemeyi düşünmemişler bile. Şımartılmış bir evlat olarak onların sevgisi ile yetinen bir çocuktum. Anneme olduğu gibi babama da sarılıp öpmeyi, her türlü sevgimi dile getirmeyi doğal buluyordum. Yirmili yaşların ortalarına doğru hâlâ evlenmemiş olmamı bazı akrabalar, ebeveynlerimle bu karşılıklı sevgi doyumuna bağlamış olacaklar ki, babam bir gün: “Sen artık bir genç kızsın. Başkalarının yanında öyle olur olmaz bizi öpme!”, dedi. Çok ağlamıştım: “Büyüdüm diye, artık sizin çocuğunuz değil miyim?”, demiştim.

Gözümün önünde yaşanan bir sevgi örneği ile büyüyen ben de sevdim, ancak ‘gururlu bir genç kız olarak’ ilgimi gizledim veya gizlediğimi sandım. Birkaç yıl sonra, sevdiğim insanla nişanlanmaya karar verdik. Fakat o yıllarda farklı şehirlerde yaşıyorduk, ailem ise Ankara’da. Günlerden Salı; “bu işi artık resmileştirelim” diyerek ‘evlenme teklifi’ aldığımda ailelerin haberi olsun istedik. İkimiz de “kız isteme” eyleminin kadın-erkek eşitlik anlayışına ters düştüğü fikrindeydik. Nişanlanacağımızı telefonla anneme ilettim ki, o da babamı duruma hazırlasın. Aynı haftanın Cumartesi günü Ankara’da buluşup aile arasında nişanlanmak istiyoruz. Ağır sorumluluk yüklediğim annem, elçiliğimi üstlenip babama durumu paylaşınca ‘at kaçmış, torba düşmüş’ derler bizde. “Benim kızım üniversitede asistan. Hiç isteme, hatta birkaç defa isteme olmadan, biz geldik, nişan yapıyoruz olur mu?”, diye kıyamet kopmuş. Sinirlenirse sinirlensin, sonra nasılsa sakinleşir, diyebileceğimiz bir rahatlığımız yok. Canımdan çok sevdiğim babamın sevgisinden mahrum kalmak kadar diyabet hastası, şeker komasına girecek diye bir korkum da var. Ben, babamı nasıl veya kim aracılığı ile sakinleştirebilirim diye Adana’da kıvranırken annem ve kız kardeşim de Ankara’da, babamın sitemleri karşısında akla karayı seçiyorlar. Hatta babamı sakinleştirmesi için iki taraftan sevdiğimiz akrabalarımızı da (Yaşar Eniştemi ve Kemal Ağabeyi) devreye koyduk. Bu çabaların sonunda babamın biraz sakinleştiğini umut ederek Cuma günü izin alıp, o yıllarda on saat süren otobüs yolculuğu sonrası Ankara’ya vardım. Yaşadığım son dört günün üzüntüsü ve uykusuzluğu ile solgun ve tedirgin dolmuştan inip eve yöneldiğimde karşımda babamı gördüm. Elimdeki küçük valizi bıraktığım gibi babama sarıldım. Aynı sıcaklık, aynı sevgi ile ben elini öperken o da beni yanaklarımdan öptü. Berbere gideceğini söyledi. Ben de eve gidip anneme ve kız kardeşime sitem ettim: “Babamın tepkisini neden o kadar abarttınız? Babam bana sarılıp öptü. Hiç kızgın değildi”, dedim. Anlattıklarım karşısında onlar da şaşırdılar. Bir fırsatta annem babama, değişen davranışını sormuş: “Cane, Nazire’yi karşımda öyle süzülmüş görünce, içim eridi. Kıyamadım” demiş.

O hafta sonu iki ailenin temsilcilerinin buluştuğu, hoş sohbet ile başlayan coşkulu bir eğlence ile sürüp giden o nişan günü ve gecesi, otuz üç yıldan beri sürdürdüğümüz evliliğimize de temel oluşturdu.

Babam ve eşim, sevgi ve saygıya dayalı, biri birinin kişiliklerine ve konumlarına özen gösterdikleri doğal bir ilişki geliştirdiler. Bu güzel ve örnek bir davranış biçimiydi. Ancak bununla da kalmadı! Doğu Anadolu’dan göç edeli on yıllar olsa da geleneklerimizin çoğunu beraberimizde taşıdık, yaşattık. O yıllarda çevremizde, ‘damat’ evinde yaşamak pek tercih edilen bir durum değildi. Akademik çalışmalarımı yurt dışında sürdürürken oğlumu dünyaya getirdim. Doktora çalışmamı burs bitmeden zamanında tamamlayabilmek için, eşim bir teklifte bulundu: “Madem oğlumuzun yanında ebeveynlerden en azından birinin olmasında ısrar ediyorsan, o halde baban ve annen Adana’daki evimizde torunlarına baksınlar. Ben de hafta içi fırsat buldukça yanlarına gelir; hafta sonları da hava koşulları uygun olduğunda şantiyeye yanıma alırım.” Artık sorun; babamın, Bursa’daki evini kapatıp damat evinde kalmayı kabul etmesi ile annemin de yedi aylık bir bebeğin sorumluğunu üstlenmesine kalmıştı. Her ikisi de toplumsal baskıyı hiçe sayarak olumlu yanıt verdiler; yıllarca yükümü hafiflettiler. Doktora çalışmamı tamamlayıp döndüğümde de ablam, “Kardeşim artık çocuğunun yanında, siz de İzmir’e yerleşin. Ben de sizi özlüyorum”, dediğinde babam: “Kardeşinin hâlâ bizim desteğimize ihtiyacı var!” diyerek fedakârlıklarını sürdürdüler.

Bu büyük sevgi ve desteği kaybettikten yıllar sonra da her kabir ziyareti, yaşadığım yoksunluğu öyle derin yaşatıyordu ki gözyaşlarına boğuluyordum.

Bizim de bir kızımız var. Sevgi, saygı ve espriye dayalı bir baba-kız ilişkisine tanıklık etmenin mutluluğunu yaşıyorum. Eşimin kızımızla olan davranışlarında - ki bunu ablam da gözlemlemiş ve dile getiriyor - kimi zaman babamı görür oluşum, doğruluğu tartışmalı olan ‘kız evlatlar babalarına benzeyen erkeklerle evlenirler’ genel kanıyı anımsatıyor.

Ayrım yapmaksızın çocuklarımızı kendilerine yetecek, başkalarına olabildiğince bağımlı olmayacak donanım ve özgüvenle yetiştirmeliyiz.

Babama; binyılların ataerkil toplum geleneğinin erkeğe sağladığı özgürlüğü kullanmayıp sevip korumayı tercih ettiği ve böyle bir olumlu örnek oluşturup kendi çevresinde geleneğe dönüştürdüğü için sonsuz teşekkürler. Huzur içinde yat, anılarda yaşa İSMAİL ARSLANBUĞA.

Nazire Akbulut

Nazire Akbulut

"Unrecht tun und Unrecht dulden
Me-ti sagte: Wichtiger, als zu betonen, wie unrichtg es ist, Unrecht zu tun, ist es zu betonen, wie unrichtig es ist, Unrecht zu dulden. Unrecht zu tun haben nur wenige die Gelegenheit, Unrecht zu dulden viele." Bertolt Brecht

“Haksızlık yapmanın ne kadar yanlış olduğunu vurgulamaktan daha önemlisi, haksızlığa göz yummanın ne kadar yanlış olduğunu vurgulamaktır. Sadece birkaç kişi haksızlık/ adaletsizlik yapma fırsatına sahipken, pek çok kişi haksızlığa tahammül etmektedir.” Bertolt Brecht

Yorumlar (0)

Nazire Akbulut
  • Henüz Yapılmış Yorum Yok

Bir Yorum Bırakın

Nazire Akbulut
captcha

Güncel Yazılar

Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut

Kapatmak için X butonuna basınız