Kadın Otobiyografilerinde Cumhuriyet

11 Mart 2013

Anı ve Otobiyografiler, Bireysel Tarih Belgeleridir

Başlıkta yer alan “kadın, otobiyografi ve cumhuriyet” kavramları, konuşmamın içeriğine dair sizlere ipuçları vermekte. Türkiye'de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde doğan pek çok eğitimli kadın, ilerleyen yaşlarında yaşam öykülerini otobiyografi ya da anı şeklinde kaleme almışlardır. Yazarlar, otobiyografi ya da anılarında, Cumhuriyet'in ilk yıllarına dair öznel bakış açılarını genç kuşaklara aktarmak istediklerini göstermektedirler. Konuşmamda, okurlarla buluşan ve öz yaşam öykülerine örnek oluşturan üç eserden bahsedeceğim.

Eserlerden örnekler verdikçe otobiyografi edebi türün özelliklerini de vurgulayacağım. Ancak önce otobiyografi ve benzer edebi türler hakkındaki bilgilerimizi anımsayalım.

Avrupa edebiyatında, M.S. 2. yüzyılda hükümdar ve felsefeci Marc Aurel’in otobiyografisi ilk örneklerden biri olarak ifade ediliyor.  Bu da gösteriyor ki, iki bin yıl önce de okuyup yazanlar, yani eğitimli kişiler, dünyevi ve dini lider kadrolarından oluşuyor. Saray ve kilisedeki okuryazar görevliler ise yazıyı, kendi tanınırlıkları için değil yönetim kadrosunun belirlediği çerçevede işlevselleştiriyorlar. Böylelikle; sakin, kendi halinde bir yaşamdan çok, farklı deneyimler yaşamış, toplumda isim yapmış şahsiyetler, ağırlıklı yaşamlarının yazarı oluyorlar. Otobiyografi ve anı diye betimlenen bu nesir eserlerin yanı sıra, birçok filolog da biyografi kaleme alıyor; başka bir ifade ile araştırmacı kendi yaşamını değil önemsediği bir kişinin yaşamını yazıyor. Biyografi çalışmalarının amacı, geçmişte toplumun ilgi odağında olan şahsiyetlerin anılarını yaşatmayı veya unutulanları anımsatmayı amaçlıyor. Çağdaş veya hayatta olan şahsiyetlere dair biyografiler de, araştırmacının biyografinin öznesi olan kişiye verdiği önemi işaret eder. Biyografi yazarları, metne konu olan şahsiyeti araştırıp onu, toplum tarafından bilinen ve bilinmeyen yönleriyle kaleme alırlar. Bir üçüncü grubu nehir söyleşileri oluşturuyor. Bu röportaj şeklindeki uzun söyleşiler, araştırmacı ile biyografiye konu olan şahsın soru-cevabını da içeren sohbet şeklinde kurgulanıyor. Dolayısıyla nehir söyleşileri, biyografi ile otobiyografi/ anı edebi türün birleştirilmiş şeklidir.

Otobiyografi diye betimlenen özyaşam öykü yazarları; anlattıklarıyla, belli bir akraba veya arkadaş grubunun bildiğini okur kitlesiyle paylaşır, onların merakını dindirir, onları sırdaş kılarak yazdıklarına inandırmak isterler. Edebiyat bilimcilerin saptadıkları edebi türe özgü bu saydığım özellikler, geçmişe karşı duyulan ilginin nereden kaynaklandığına ve otobiyografilere çılgınlık boyutundaki tutkuya bir ölçüde yanıt verir. Okurun başka yaşamlara karşı duyduğu merakı, başka insanların özel hayatına, mektuplarına, güncelerine karşı ilgiye de benzetebiliriz; bunu, bir bakıma gizli kalana veya gizeme duyulan ilgi olarak tanımlayabiliriz.

Öz yaşam öykülerini kaleme alanlar, yaşamlarında olumlu veya olumsuz açıdan önemsedikleri kesitleri, genelde belli bir zaman dilimi geçtikten sonra çoğunlukla birinci tekil şahıs açısından yazarken ağırlıklı olarak özel hayatına yer veriyorsa, eseri otobiyografi olarak sınıflandırıyoruz. Yaşamını kaleme alan yazar, özel yaşamından çok tanık olduğu sosyal veya siyasal olayları paylaşmaya özen gösteriyorsa, söz konusu eser, edebiyat bilimi terminolojisi açısından anı diye tanımlanıyor.

Yaşanan dönemi birey penceresinden aktaran bu eserler, bir kişinin hayatını ve gözlemlediklerini belgelerler. Oysa resmi tarih metinleri, değişken egemen ekonomik /siyasal sistemce belirlenen çerçeveyi dikkate alırlar. Aynı döneme ait bu makro ve mikro gözlemler arasında şu farklar bulunmakta: Yazarları değişse de resmi tarih kesintisiz kaleme alınırken otobiyografi veya anılar kişinin hayatta iken yazdıkları ile sınırlı kalır. Her iki tür arasındaki bir başka fark, anlatım üslubunda gözlenir. Resmi tarih yazı dili; manipülatif bilgilendirme ve rapor etme tarzını içerirken otobiyografi veya anı öykülendirmeye yatkındır. Dil kullanımından başka bir diğer fark, iki metnin kaleme alındığı zaman diliminde kendini gösterir. Tıpkı özel günlük veya güncelerde olduğu gibi tarih yazmanlığında, yaşanılan süreç eşzamanlı tutanaklara geçirilir, sonra siyasi sistemin öngördüğü doğrultuda gün, ay, yıl belirtilerek ardzamanlı (chronolojik) özetlenir. Ancak iktidar ve devlet odaklı tarihi kayıtlar aksatılmadan disiplinli bir şekilde kesintisiz tutanağa geçirilirken bireyin duygusallığı doğrultusunda düşülen notlarda kesintiler kaçınılmazdır. Oysa anı veya otobiyografiler çoğunlukla kişinin hafızasında kalanların bir elemeden geçirilerek yıllar sonra yayınlanmasıdır. Anlatım, kimi zaman ardzamanlı (chronolojik) kimi zaman çağrışımların yol açtığı geçmişe kısa yolculuklarla, edebiyat terminolojisi ile “mazi koridoru (flashback) veya bilinç akışı” ile iç içe kurgulanır. Bazı otobiyografilerde, yazarın göndermiş olduğu veya kendisine gelen mektuplardan, bir de günce gibi geçmişte yazılmış belgelerden de yararlanıldığı görülmektedir.

Tartışmasız bu bireysel hafıza aynı zamanda toplumsal ve tarihsel belleğin de bir parçasıdır. Toplumsal belleğin, bireylerin kimlik kazanımındaki etkisi ise araştırmada ortaya konulmaktadır. Diğer taraftan psikolojik araştırmalar, otobiyografilerin inandırıcılığını sorgulamakta; otobiyografi ve anı yazarlarının, kimi zaman olmasını istediklerini veya yaşanmış bir olayı değil de yukarıda öyküleştirilmiş dediğim özellik doğrultusunda, yaşamayı arzuladıklarını anlattıklarını da kanıtlamaktadır.

Yazarların, paylaşmayı unuttukları yaşam kesitleri kadar bilinçli bir tercihle yazmadıkları anılardan da söz edebiliriz. Otobiyografi/ anı yazarının, neleri, hangi oranda paylaşmadığına, yani bu oto sansüre pek çok açıklama getirilebilir; ancak yapılacak açıklamalar genelde varsayımdan öteye geçemez.

Diğer yönden otobiyografi/ anı yazarlarının yok saydıkları yaşam kesitleri kadar, yazmaya değer buldukları yaşam kesitlerinin de bir nedeni vardır. Edebiyat bilimciler de bu nedenleri saptamaya çalışırlar. Şöyle ki; yazar öz eleştiri yaptığını söyler, dışardan bakan biri ise günah çıkarıyor der. Yazar, kendisi ile ilgili bilinmeyen olumsuz bir yönü, başkalarından önce paylaşır veya itiraf eder çünkü araştırmacıların bu bilgeye ulaşıp onu zor duruma düşürmelerini boşa çıkarmak ister. Örneğin 1927-2015 yılları arasında yaşayan, barış yanlısı ve Alman Sosyal Demokrat Parti’sinde aktif yer alan Alman yazar Günter Grass, Nazi döneminde SS birliğinde olduğunu ancak 2006 yılında yazdığı “Beim Häuten der Zwiebeln” (Soğanları Soyarken) adlı romanda itiraf etmiştir. Böylece kendisine saldırmak üzere bekleyen kalemşörlere karşı hazırlıklı, yani koruma kalkanını/ zırhını zamanında giymiş oluyor.

Bu sunuma konu olan edebi tür hakkındaki bilgilerimizi tazeledikten sonra bir de ele aldığım üç (3) özyaşam eserinin kadın yazarlarını tanıtmak istiyorum. İlk olarak Halide Nusret Zorlutuna ve İsmet Zorluhankızı-Kür kardeşleri daha sonra da Sevim Belli’yi; aileleri, içinde bulundukları koşullar ve dünya görüşleri çerçevesinde ele alıyorum. Bir sonraki adımda da bu otobiyografi veya anıları, toplumsal kültür ve feminist açıdan yorumluyorum.

Bir İdealistin İki Edebiyatçı Kızı

Halide Nusret Zorlutuna ve İsmet Kür Mehmet Selim Bey’in hayatta kalan iki çocuğudur. Mehmet Selim Bey daha çok kardeşi Avnullah Kâzımî‘nin adıyla tanınır ve Erzurumlu Zorluoğulları’ndandır. Avnullah Kâzımî (Mehmet Selim), II. Abdülhamit dönemindeki gazetecilerdendir. Eleştirel yapısı ve gelecek ile ilgili düşünceleri onun sürgüne gönderilmesine ve hatta yedi yıl zindanlarda kalmasına neden oluyor. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Mutasarrıf olarak Kerkük’e gönderiliyor. Gerek Kerkük yolculuğu sırasında, gerekse Kerkük’e vardıktan kısa süre sonra hakkında çıkarılan dedikodu ve karalamalar yüzünden görevinden el çektiriliyor ve tekrar tutuklanmalarla karşı karşıya kalıyor. Suçlamaların asılsızlığı ortaya çıktıktan sonra Kerkük Mutasarrıfı görevine iade ediliyor. Hizmet verdiği yıllarda rüşvet almadan ve canla başla çalışması, yıllar sonra dahi Kerkük halkı tarafından saygı ile anılmasını sağlar. Avnullah Kâzımî politik olarak çağının çok ilerisinde biri olduğunu, daha 1916 yılında ideal yönetim biçiminin Cumhuriyet hatta daha sonraları Sosyalizm olduğunu dile getirerek gösteriyor (Kür 20113: 296; Zorlutuna 20093: 30). Birazdan anlatacağım gibi, Avnullah Kâzimî’nin iki yetenekli kızının yanı sıra torunları da edebiyatçı kimlikleri ile tanınıyor.

Halide Nusret Zorlutuna: Muhafazakârlık ile Modernlik Arasında Hibrit  

“Hürriyet Kahramanı” Avnullah Kâzimî’nin büyük kızı Halide Nusret (1901-1984), zindanlarda yatan babasını ilk kez yedi yaşında görüyor.  O güne kadar annesi ve Hacı Dedesi ile - bu yaşlı adam aslında büyük dedesinin yetiştirdiği bir mürittir - büyükçe bir yalıda yaşıyor. Babasının hapiste olduğu yılları, artık hayatta olmayan mürşit dedesine bağlı müritlerin maddi ve manevi destekleri sayesinde atlatıyorlar. Halide Nusret, hem maddi hem de manevi açıdan hayatının en mutlu yıllarını - erkek kardeşinin ölümü dışında - Kerkük’te geçirdiğini paylaşıyor. İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra babası vefat ediyor. İlk edebi eseri “Ağlayan Kahkalar”ın (1917) yayını aynı döneme rastlıyor. Babasının vefatından sonra yaşadıkları maddi sıkıntıları, varlıklı bir aileden gelen annesi Ayşe Nazlı Hanım’ın mücevherlerinin satışı ile atlatıyorlar.

Halide Nusret “Lise öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde eğitim görüyor. Ekonomik koşullar nedeniyle çalışmak zorunluluğu doğunca Darülmuallimat sınavlarına girip öğretmen olma hakkını elde” ediyor (wikipedia). Başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde 33 yıl boyunca lise öğretmeni olarak çalışıyor; çünkü artık subay eşidir. Kendisi gibi muhafazakâr dünya görüşüne sahip Süvari Binbaşı Aziz Beyle evliliği 45 yıl sürüyor. Halide Nusret’in Ergün adlı bir oğlu, bir de Emine Işınsu Öksüz adlı ebeveynleri gibi sağ görüşü benimseyen yazar bir kızı var.

Kendi Yaşamına Mesafeyi, Kullandığı Dil ile Koruyor

Değişik edebiyat dergilerine yazı gönderen şaire ve yazar Halide Nusret[1], 1976’da yayınlanan Bir Devrin Romanı (20093) adlı anılarında, içinde yer aldığı dernek ve politik faaliyetlerden hiç söz etmiyor. İki büyük bölümden ve sayısız alt bölümlerden oluşan anılar, artzamanlı (kronolojik) anlatılıyor. Anılar; ağırlıklı olarak öğretmenlik yıllarını, kendini pek güzel bulmamasına rağmen sayısız hayranının ve görücülerinin maceralarını, ayrıca ünlü simaları ile İstanbul’un edebiyat çevrelerini kapsıyor. Anlatımda ‘rapor etme’ duygusu hâkim olduğu için, duygusal paylaşımları yüzeysel kalıyor. Yazarın duygularına hakim olan öfke ve şikayet ile dildeki otoriter üslup okur ile arasındaki mesafeyi açıyor. Sayfalar arasına gelişigüzel serpiştirilmiş eşinin subay üniformalı pek çok siyah-beyaz resimleri, anılara paralellik oluşturmadığı için bağlamdan koparıyor. Halide Nusret’in anlatılmaya değer bulduğu 304 sayfalık anılarında kardeşi Pınar Kür’e çok az ve yüzeysel yer veriyor. Yaşamının 29 yılını bir ölçüde ayrıntılı anlatan Halide Nusret, geri kalan 40 yılını, sadece iki anı ile altı sayfaya sığdırıyor.

Arapça ve Farsçayı hâkim muhafazakâr yazar, dünya görüşünü olaylara getirdiği yorum ve anılarında kullandığı dini terminolojiyle destekliyor. Yaşamına, özel ve mesleki hayatında yapmış olduğunu düşündüğü fedakârlıklar nedeniyle pişmanlık ile bakan yazar, vatanseverliğinin üstünde çok duruyor.

Cumhuriyet Değerlerine Bağlı İsmet Kür

Avnullah Kâzimî’nin küçük kızı İsmet Zorluhankızı (1916-2013) daha altı aylık iken babasını kaybediyor. Abla Halide Nusret’in şımarttığı İsmet (Kür 2011: 281) otoriter ve tutucu annesi ile hep çatışma halinde, tam bir kentsoylu olarak büyüyor. Abla Halide Nusret sayesinde daha beş yaşında iken İstanbul’un kalburüstü simalarından edebiyatçılar ile tanışarak edebiyat dünyasına giriyor. Bu nedenledir ki anılarında abla Halide Nusret ve edebiyatçılar sayfalarca anlatılıyor.

Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdikten sonra İngiltere ve Amerika’da çeşitli seminerlere katılan İsmet Kür, edebiyat öğretmeni, eğitim bilimci, gazeteci, araştırmacı-yazar, yazar[2] ve kültür ataşesi olarak çalışıyor. Üniversite yıllarında tanıştığı Azerbeycan mültecilerinden Behram Kür ile evliliğini “yanlış” bulan yazar, çocuk sahibi olmak istemese de hamile kalıyor. Pınar ve Işılar adlı iki kız çocuğu dünyaya getiriyor ve onlara aşırı bağlanıyor. Her yurtdışı görevinde çocuklarını yanında götürerek onların gelecekteki meslek hayatlarına katkı sunan olanaklar sağlıyor. Büyük kızı Pınar Kür yazar olarak ününü pekiştirirken, küçük kızı Işılar Kür heykeltıraş olarak isim yapıyor.

Yaşanmışlık mı, Kurgu mu?

İsmet Kür’ün 1995’de yayınlanan Yarısı Roman (20113) adlı eseri bir otobiyografidir, çünkü eserin merkezinde yazarın kendisi ve yaşantıları yer almaktadır. Yazar, günce formatında ve artzamanlı kurguladığı özyaşam öyküsünde, çağrışımlarla sık sık geçmişe dönmektedir. İki bölümden oluşan otobiyografinin Birinci Bölüm’ü ayna benliktir, başka bir ifade ile kendi kendini betimlemedir. İkinci Bölümü ise kendisinin dostlarına yazdığı veya dostlarından aldığı mektuplar oluşturuyor. Bir başka ifade ile belgeleri konuşturuyor. Bu bölümde İsmet Kür’ün yaşadıklarına tanıklık edenlerin düşüncelerinin yer aldığı yabancı bakış açısı hâkim. Kür böylece, hem Birinci Bölümde anlattıklarını onaylatmış hem de yakın çevresinin kendisi hakkındaki (olumlu) fikirlerini aktarmış oluyor.

İsmet Kür, yaşamından kesitleri 74 yaşında yazmaya başlıyor. Duygusal, hayat dolu ve rahat bir üslupla kaleme aldığı günce niteliğindeki anılarının bazı bölümlerine “18 Eylül 1990/ Kuğukent”  şeklinde tarih ve yer belirterek başlıyor. Bazı bölümlere ise sadece “SABAHA KARŞI” gibi büyük harflerle başlıklar atıyor. Yazılanı resimlerle desteklemek isteyen İsmet Kür, kitabın sonuna eklediği 35 karelik “Albüm” ile zenginleştiriyor. Meslek hayatında kendisi ile yarışan bu hırslı kadın, 433 sayfalık eserinde ne mutsuz evliliğini, ne adlarını bir bir sıraladığı hayranlarını ne de adı dışında pek çok özelliğini saydığı sevgilisi ile yaşadıklarını saklamakta. Bu cesaretinin farkında olan İsmet Kür, esere Yarısı Roman ismini vererek otobiyografide anlatılanlara muğlaklık yüklüyor, okurun kafasını karıştırıyor. ‘Özyaşam öykümde yaşanmışlığın yanı sıra kurgu da var’, demeye getiriyor:

„Bir yazar neden anılarını yayınlar?.. Yaşamını çok ilginç ya da başkalarına ışık tutacak kadar önemli bulduğu için mi?.. Hayatının kimi bölümleriyle övünmek, başarılarını sergilemek?.. Sanmıyorum, bana kalırsa, tıpkı roman yazıp yayımlamak isteği gibi bir şeydir bu… yani, sebep aynıdır… Ancak, anı yayınlamak bir hayli cesaret ister… Aradaki fark sadece budur.” (Kür 20113: 69-70)

Arkadaşı Nimet Özlü’nün ısrarı ile anılarını kaleme alan İsmet Kür (age.: 192), otobiyografinin gerçeklik boyutunu vurgulamak için eserini, biçimsel olarak günce şeklinde kurgulamış, ansiklopedik bilgi ve mektuplarla zenginleştirmiştir. Biraz önce vurguladığım gibi, içerik açısından, belleğin bireye ‘ihanetini’ dikkate alarak;  hayallerin, özlemlerin ve kurgusal olanın da anılara istem dışı karışmış olabileceğini düşünerek eserin ismini o doğrultuda uyarıcı bir başlık olarak atmıştır: Yarısı Roman (age.: 192-193). İsmet Kür’ün otobiyografisini kurgusallık ne oranda melezleştirmiş sorusunu yanıtlamak bu konuşma metninin sınırlarını zorlar.

Ocak 2013’de hayata veda eden Cumhuriyet ilkelerine bağlı, sosyal demokrat bu sıra dışı kadın, olmak istediği kadından farklı olarak aslında toplumsal değerlere oldukça bağlı bir anlayışa sahip olduğunu kendisi de itiraf eder.

Bürokrat Babanın Komünist Kızı: Sevim Belli

Sevim Belli, beş çocuklu Tarı ailesinin ikinci çocuğu olarak 1925 yılında İstanbul’da doğar. Anne tarafından; geleneklerine bağlı, dini ve dünyevi olguları ayrı tutmasını bilen Karadenizli varlıklı Kalkavan ailesinin torunudur. İçgüvey olan babası İsmail Hakkı Bey Cumhuriyetin kurulmasından önce de politik olarak aktiftir. Cumhuriyetin ilanından sonra da çeşitli illerde emniyet müdürlüğü yapar. Düzenli eğitim alabilmesi için Sevim Tarı, dedesi ve anneannesinin yanında kalır. Ancak özlem ağır basınca, bazı okul yıllarını ailesinin yanında Anadolu’nun değişik kentlerinde de geçirir.

İstanbul’da yalılarda sevgi dolu aile bireyleri arasında büyüyen Sevim Tarı, menenjit hastalığı sonucu bedensel ve zihinsel engelli ablasından ötürü olsa gerek, toplumsal azınlıklara karşı çocuk yaşta duyarlılık geliştirir. Toplumdaki sosyal ve etnik azınlıklarla dayanışma, onları sahiplenme, onların haklarını savunma gibi her türlü çabayı gösterirken en ufak küçültücü veya acıma duygusu göstermekten sakınır.

Sevim Tarı tıp tahsili yıllarında sol düşünce ile bağlantı kurar. Anılarında bu süreç üstü kapalı anlatılmaktadır. Duyma kaybı nedeniyle geçirdiği ameliyatlardan sonuç alamayınca yurt dışında ameliyat olmak üzere Amerika’ya gider. Ayrıca İngiltere ve Paris’te de yaşar. Türkiye Komünist Partisi (TKP) kuryesi olarak İstanbul’da tutuklanır, uzun yıllar hapishanede kalır. Hapiste iken TKP lider kadrosundan Mihri Belli ile evlenir. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra iki çocuk annesi olan Sevim Belli siyasi çalışmalarında eşine hep destek olur. Ülkedeki devlet hastanelerinde doktorluk yapmasına izin verilmeyince, mesleğini 1960’lı yıllarda iki oğlu ile birlikte gittiği sosyalizm (!) ile idare edilen Cezayir’de icra eder. Yurda döndüğünde Ankara’ya yerleşir. 1971 darbesinde tekrar tutuklanır ve üç yıl hapis yatar. 1980 darbesi sonrası iki yıl kaçak yaşadıktan sonra, zorunlu olarak 1982 yılında İsveç’e iltica eder.

Toplumsal Tanıklık, Bireysel Anıların Önüne Geçer

Sevim Belli, inançlı bir sosyalist, sosyalist teorik kitapların çevirmeni ve son eseri ile yazardır. Anılarını ne kadar sürede kaleme aldığını bilmiyorum ama eser okur ile buluştuğunda yazar 81 yaşındadır. Belli’nin[3], Boşuna mı Çiğnedik? (2006) adlı anıları 1 Mayıs 1977 olaylarının betimlemesi ile başlıyor. Bireyin tarihe tanıklığını içeren 784 sayfalık anlatı, “devrimci olmak devrimciliği bir yaşam biçimi olarak algılama”dır çıkarımıyla bitiyor (Belli 2006: 783).

Dünya görüşü doğrultusunda mücadele veren, ödünsüz ve kararlı bu entelektüel kadının anıları arasında özel yaşamından bölümler, perdeden sızan güneş ışınları gibidir. Amacı; politik aktif bir aileyi, sınırlı da olsa özel hayatıyla, devlet ve toplumsal ilişkilerinde olumlu ve olumsuz deneyimleriyle, açık yüreklilikle, intizar etmeden okurla paylaşmaktır. Politik sorumluluklarıyla ters düşen iki aktivist dışında, ne bireyler itham edilir ne de politik sırlar deşifre edilir.

Sevim Belli’nin anılarında dikkat çeken önemli bir özellik, anlatım gücü ve Karadeniz kelime hazinesini[4] kullanımdaki hâkimiyetidir. Otuz yıldan beri yurt dışında yaşayan biri için Türkçeyi ustalıkla kullanmaktadır.[5]  Sevim Belli güçlü karakterini, zaman zaman alay ve hiciv üslubuna da başvurarak (Belli 2006: 368; 367; 372) kapsamlı anıları boyunca her satırda hissettirmektedir.

Çevirmen doktor Belli’nin, politik ağırlıklı anılarını yazma nedenini araştırdığımızda, 1951’den sonra başlayan tutuklamaların sorumlusu olarak suçlanmasına, zaman ve mekan mesafesinin kazandırdığı deneyimlerin ışığında açıklık getirme isteğini gösterebiliriz:

“Şurasını iyice belirtmekte yarar var: Tahkikat ben Parti neşriyatını ‘yakalattığım’ için başlamamıştır, tersine tahkikatı başlatmaya ‘karar verildiği’ için ve ben Türkiye’deki Zeki Baştımar ile temasım yüzünden tutulduğum için neşriyat ele geçmiştir. Bu nokta önemlidir. 1947’den beri sürdürülen bir polis çalışmasının ürünüdür 1951-53 tevkifatı (Belli 2006: 364).”

Sosyalist bir kadın olarak, klasik eş sorumluluğunu üstlenir, kocası Mihri Belli’nin politik uğraşılarını amaçladığı şekilde yerine getirmesi için ailenin maddi ve manevi yükünü üstlenmeye görev bilir. Bir anne olarak, iki oğlunun sevgi ile büyüyüp, donanımlı olmaları için iyi eğitimden geçmeleri için çırpınır, ancak 12 Eylül darbesi onları birbirinden ayırır. Sevim Belli, çocukları ile yıllarca ayrı yaşamanın aralarında görünmez uçurumlar açtığını buruk bir gerçek olarak saptayacak objektif bakış açısına sahiptir.

Üç Kadın Yazarın Cumhuriyet’e Bakışları

Bu son bölümde Türkiye Cumhuriyetinin entelektüel üç kadın yazarına iki açıdan bakmaya çalışacağım:

* Cumhuriyet dönemi kadını, konumunu nasıl değerlendiriyor?
* Yazdıkları dönemden yaşadıkları döneme eleştirel bakıyorlar mı?

İlk olarak Cumhuriyet’in ilanından önce 1901’de doğan Halide Nusret’i ele alalım. Zorlutuna, Kurtuluş Savaşı başladığında kişiliğinin artık tamamlandığı bir yaştadır. O güne kadar annesi, Balkan göçmeni Ayşe Nazlı Hanım hapisteki kocasını beklerken tek ilgi odağı kızına, dindar, gelenekçi ve otoriter yapısı ile rol model olur. “Dört yaş, dört ay, dört günlük iken” annesinin başlattığı dini eğitim, genç kızın yaşam biçimini belirler. Annenin yaşam biçimini destekleyen rahmetli büyükbabasının mürşit-mürit ilişkileri ve babasının hoşgörülü dindar kimliği, dinin Halide Nusret’in yaşamdaki doğal rolünü pekiştirir. Babası Avnullah Kâzimî Bey’in eleştirel yapısının, yaşadıkları koşullar nedeni ile kızı üstünde pek etkili olamadığını da gösterir.

Halide Nusret’in Cumhuriyete karşı duyguları ikirciklidir. Kurtuluş Savaşı’nı, ülkenin yabancı işgalinden kurtarılması bakımından coşku ile destekler, ancak çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’ndan milliyetçi/ulusalcı Türkiye Cumhuriyetine geçilmesini sağlayan Kurucu’ya mesafelidir. Aslında mütareke; Osmanlıyı kayıtsız şartsız düşmana teslim ettiği, Rumların “şımarık” davranışına katlanmak zorunda bıraktığı için, adını vermediği Kuva-yi Milliye’ye sıcak bakmakta. Ancak iki şair arkadaşı Kuva-yi Milliye birliklerine katılmak isteyip de kabul edilmeyince, yeni erke karşı öfke duyar ve onlarla arasına mesafe koyar.

İçine doğduğu Osmanlı kültüründen; kadınların kocalarından ayrı mekânlarda yaşamalarından, soyluların halktan farklı gezme alışkanlıklarından, haremdeki kadınların coşkulu, samimi sohbetlerinden hayranlıkla bahsetmektedir. Özlemini duyduğu bu sistemin hâkim olduğu dönemde daha 12 yaşında iken taliplilerinin gelişi, annesi tarafından çarşafa konulmak istenmesi gibi geleneksel kadın rolüne zorlanması ise onu isyan ettirir. Diğer taraftan biz okurlar; okuryazar kadının artık meslek sahibi olduğunu, öğretmenlerin devrim ilkelerini hayata geçiren güç olduğunu, yazarın kıyafet devrimini hep desteklediğini Halide Nusret’in anılarından öğrenmekteyiz. Öyle ki, balolara katılmak için özel dans dersleri aldığını; yurt dışı gezisi sırasında haberini aldığı kıyafet devrimi için çok sayıda şapka ile yurda döndüğünü; kadınların toplumsal yaşamda daha fazla yer aldıklarını paylaşır. Ordu mensubu eşinin görevi gereği tayini çıktıkça edebiyat öğretmeni Halide Nusret Zorlutuna, Anadolu’nun gittiği her ilde öğretmenliğe devam eder.

Halide Nusret Zorlutuna,  1950’li yıllarda kendisine milletvekili adaylık teklifinde bulunup sonra vazgeçen CHP’ye kırılır. Yaşadığı hayal kırıklığının oluşturduğu duygusallık sonucu Demokrat Partililerle dostluğu geliştirir. Anılarında, Cumhuriyet değerlerine karşı değişen ruh halini gizlemez. Kemalist rejiminin desteklediği burjuva sınıfına karşı öfkeli, Atatürk’ün halkı bazı durumlara “mecbur” kıldığını da dile getirir.

İkinci olarak İsmet Kür’e bakalım. Kür’ün otobiyografisinde Cumhuriyet kadını, eğitim görme, meslek edinme ve mesleği doğrultusunda çalışma ile seyahat etme hakkı açısından erkekle eşittir. Buna inanan ve uygulayan Kür, yine de klasik anne, eş ve toplumsal cinsiyet rolünden pek kopamamıştır. Evlenmiş, ancak ayrı odalarda yatma düşüncesini eşine kabul ettirememiştir. Eş olmuş ama anne olmak istememiş, yine de iki çocuk dünyaya getirmiş ve sorumluluklarını kimseye bırakmamış. Boşanmak istemiş, ne yakın çevresine ne de mahkeme heyetine durumunu yeterince gerekçelendiremeyeceğine inandığı için dava açmamış.

Cumhuriyet dönemi ile birlikte kamusal alanda pek çok meslekte çalışmaya başlayan kadınlardan biri olarak, İsmet Kür de uzun yıllar “TRT Çocuk Saati”ni hazırlayıp sunmuş, çocuk ve okul tiyatrolarında çalışmış (Kür 2011: 61). Ablası ile aralarındaki on beş yıllık yaş farkı, ablaya kardeşten çok ikinci ve sevimli ‘anne’ rolünü biçmiştir. Buna rağmen ablanın dindar kimliğinden çok Cumhuriyet ilkelerindeki ‘laikliği’ benimsemiştir. Kür’ün otobiyografisinden anlaşıldığı kadarı ile ‘asıl ibadet, çalışıp ülkeyi kalkındırmak’ ilkesi ile bağdaştırılmış, dinin günlük yaşamdaki uygulaması yaşlı kişilere bırakılmıştır. Atatürk’e hayranlığını, Atatürk ile ilgili kitap yazmasıyla da somutlaştırmıştır. Geçmişe baktığında; Kurtuluş Savaşı ile yaşadığı süreçte ve onu takip eden yıllarda devlet ile hep, iktidar ile de dönem dönem barışıktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin olumsuz gelişiminden Demokrat Parti’nin iktidar kadrosu kadar seçmenini de - bunlardan biri de ablasıdır - sorumlu tutar. Sol kimlikleri ile tanınan Kemal Tahir (age.: 26), Vedat Nedim Tör (age.: 31), Suat Derviş (age.: 46, 52) ve Ruhi Su ile yakın dost olan İsmet Kür, ’68 Kuşağından üç gencin asılmasına üzgün ama suskun tanıktır.

Son olarak da Sevim Belli’nin görüşlerini değerlendirelim. Belli’nin Cumhuriyete olumlu bakışı, Atatürk’ün yaşadığı zaman dilimi ile sınırlıdır. Dolaysıyla İsmet İnönü CHP’si de DP ve sonrası da ona göre sorunludur. Bu açıdan, Halide Nusret’ten çok İsmet Kür ile görüşleri kesişiyor. Okul yıllarında Cumhuriyet değerlerine saygı ve bayramlardaki coşkuyu gururla, mutlulukla ve özlemle anmaktadır. Marxist-devrimci olarak ülkenin bir duraklamaya hatta geriye gittiğini düşünerek sol çevrelerle bağlantı kurar. Cumhuriyetin desteklediği burjuva sınıfının yeni üyesi (age.: 67), “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” (age.: 76) olmadığını görerek daha eşitlikçi bir toplum için mücadele eder. Geçmişe baktığında ve annesinin yaşadığı kuşakla kendi kuşağını karşılaştırdığında, “Türkiye’nin Atatürk gençliği olmanın tüm gereklerini yerine” getirdiği inancındadır (age.: 98). Sevim Belli siyasal açıdan objektifliğini, Cumhuriyet dönemindeki eksikliklerin tek sorumlusu olarak Demokrat Parti’ye işaret ettiğinde, yitirmektedir.

Çıkarım

Bence öz yaşam öykü veya anılarını kaleme alan kadınlar, örneklerle somutlaştırdığım gibi, toplumsal zorluklara rağmen güçlü karaktere sahip oldukları için yazmaktalar.

Somut bir çıkarımda bulunabilmek için hem yazarların kendilerini betimledikleri otobiyografi ve anılar (ayna-benlik) hem de onlar hakkında yazılmış eserler, yani biyografiler (ötekinin bakış açısı) karşılaştırılmıştır. Sonuç olarak, Halide Nusret Zorlutuna, İsmet Kür ve Sevim Belli’nin eserlerindeki belli ortak noktalardan bahsedebiliriz:

  • İstanbul’daki toplumsal yaşamda yetişen bu genç kadınlar, aristokrat ve burjuva kökenliler.
  • Zengin veya bürokrat ailelerde büyüyorlar.
  • Kurumsal eğitimden yararlanma olanağı buluyorlar.
  • Cumhuriyet gençleri olarak politik bilince sahip bir baba ve
  • Geleneksel yapıyı koruyan bir anne veya anneanne rol modeli ile yetişiyorlar.
  • Yazmaya değer gördükleri anıları; gözlemlerini, hayallerini ve doğal olarak dünya görüşlerini yansıtıyor.
  • Yazarlar, sahip oldukları dünya görüşünü özeleştiride bulunmadan aktarıyorlar.
  • Aslında kent soylu veya burjuva kadınlar, Cumhuriyet boyunca da geleneksel ve toplumsal rollerinden sıyrılamamışlar.
  • Atatürk devrimlerini, genç bir öğretmen olarak coşku ile karşılayan muhafazakar görüşe sahip yazar olgunluk yaşlarında reddederken, sosyal demokrat ve sosyalist kadın yazarlar her yaşta bu devrimlere bağlılıklarını deklere etmekteler.

 


[1] Halide Nusret Zorlutuna’nın eserlerinden seçki: “Git Bahar” (Şiir); “Aydınlık Kapı” (Roman, 1974); “Beyaz Selvi” (Hikâye, 1945); “Benim Küçük Dostlarım” (1948) ve “Bir Devrin Romanı” (Hatıra, 1978); “Hanım Mektupları” (Mektuplar, 1923).

[2] İsmet Kür’ün eserlerinden birkaç örnek: “Anılarla Mustafa Kemal Atatürk” (Araştırma), “Türkiye'de Süreli Çocuk Yayınları”  (Araştırma), “Mavi Sokak Köpeği” (Çocuk Ede.), “Yarısı Roman” (Otobiyografi), “Yıllara mı Çarptı Hızımız” (Otobiyografi).

[3] Sevim Belli’nin Türkçeye çevirdiği eserlerden seçki: Karl Marx “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”; Charles Darwin “Türlerin Kökeni”; Karl Marx/ F. Engels “Alman İdeolojisi [Feuerbach]”; Karl Marx/ F. Engels “Fransa'da Sınıf Savaşımları 1848-1850”; Vladimir İlyiç Lenin “Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar”; Zubritski Mitropolski “İlkel, Köleci ve Feodal Toplum Kapitalist Öncesi Biçimler”.

[4] Tarihe tanıklık kendini dilde de gösterir. Sevim Belli’nin kullandığı bazı kavramları paylaşmak isterim: Yeğleyin, tercih etmek(s. 29); peç/peçka, bir kat kalorifer sistemi (s.97); zutra, en gözde veya favori (s. 95); tezvirat, yalan dolan şeyler (s. 405); iğva, baştan çıkma (s. 317); ilanihaye, sonsuza kadar (s. 281); allame, derin ve çok bilgisi olan (s. 274); siga, kapasite (s. 249).

[5][5] Sevim Belli 24 Şubat 2025 tarihinde vefat etmiştir.

Nazire Akbulut

Prof. Dr. phil. Nazire Akbulut

"Adil davranmamak ve adaletsizliğe tahammül etmek ... Yapılan bir haksızlığa tahammül etmenin ne kadar yanlış olduğunu vurgulamak, bir haksızlığı dile getirmekten daha önemlidir. Çok az kişi haksızlık yapma kudretine sahipken, oldukça çok kişi haksızlığa göz yummaktadır." Bertolt Brecht

Yorumlar (0)

Nazire Akbulut
  • Henüz Yapılmış Yorum Yok

Bir Yorum Bırakın

Nazire Akbulut
captcha

Çağrılı Konuşmacı

Nazire Akbulut
Nazire Akbulut

Kapatmak için X butonuna basınız