2023 Eylül. “Yedi Bilge Üstat” ve Edebiyatta Kadın İmgesi

Prof. Dr. Nazire Akbulut
Eylül 2023

Almancada “Rabenmutter”, “karga anne” diye bir deyim var. Aslında hayvanlar âleminde siyah renginden ve kulağa çok hoş gelmeyen ötüşünden ötürü kargaya haksız yere yakıştırılan bir benzetmedir bu. Tüm hayvanlar gibi karga da yavrusuna, kendine bakacak duruma gelene kadar bakar ve ilgilenir. Ancak yavru kargalar biraz sabırsız olup uçacak hale gelmeden yuvadan çıkarlar. Bazen dallara takılır, bazen de yere düşerler. Önyargıların aksine, o konumda iken de anne karga tarafından beslenmeye devam edilirler.

Bu deyime ilk kez, Almanca yazılı 1350 tarihli bir belgede rastlanır.  ‘Karga anne’ deyimi bir küfürdür ve bu damgayı yiyen kadınları, çocuğuna aşırı düşkün annenin aksine, çocuğu veya çocukları ile yeterince ilgilenmeyen, bencil, vefasız anne diye nitelendirir; duygusal açıdan yıpratır. Kadınları geleneksel toplumsal cinsiyet rolüne hapsetmek için etkili olarak kullanılan bu deyim, özellikle çalışan annelerin ayak bağı olmuştur. Meslek sahibi annelerin, çocukları ile yeterince ilgilenmedikleri söylenerek onlarda, vicdan azabı yaratma işlevi yerine getirir.

Dar kapsamlı bir Binbir Gece Masalları gibi bir kapsayan hikâyeden ve on beş de kapsanan meselden oluşan bu Yedi Bilge Üstat adlı eser halk söylenceleri, halkbilimi ve sözlü anlatımın yazıya geçirilmesi açısından önemlidir. Binbir Gece Masalları’ndan farklı olarak ‘olumsuz kadın örnekleri’ üzerine odaklanan bu anlatı zincirinde, tekrar olan bölümleri kısaltarak çevirdim. Halk söylencelerinin toplandığı ve ‘karga anne’ meselini de kapsayan bu Yedi Bilge Üstat adlı eser 15.yüzyılda yayınlanmıştır. Eserde özellikle dikkatinizi çekmek istediğim konu KADIN İMGESİdir. Erkeklerin edebiyata egemen olduğu yüzyıllar boyu kadınlar hep vefasız, cinselliği önceleyen, ihanet eden, yanıltan, yalan söyleyen, çıkarcı vb. sıfatlarla damgalanmıştır. Tüm bu sıfatların aslında sadece bir toplumsal cinse değil, insana özgü olduğunu; erkeklerin, kendilerinde olumsuz buldukları yönleri kadınlara yakıştırdıklarını; erkeklerin, kadınların aklından veya zekâsından ne derece korktuklarını; dahası, gücü elinde bulunduran erkeklerin kadınlar hakkında ne kadar kolay karar verdiklerini, ancak yine de onların etkisinden kurtulamadıklarını da görmekteyiz. Okuryazarlığı tekelinde tutan erkeklerin, istemeden aslında kendileri ile ilgili olumsuz bir imgeyi de aktarmış oluyorlar: Güçlü veya zayıf, genç veya yaşlı, zengin veya fakir her erkek çok kolay manipüle edilebiliyor.

Kadın veya erkeğe yönelik tüm klişeleri kıracak duyarlılıkta okumalar diliyorum.

Not: Zamanla yarışan çağımız insanı ve özellikle okurların, çeviriyi okurken yeterli zamanları olabilmesi için eserin tümünü bir bütün olarak paylaşmayacağım; eseri iki bölümde aktaracağım.

Yedi Bilge Üstat (Anonym)

(15. yüzyılda yazılmış kapsayan ve kapsanan hikâyeler)

Yavru kuzgunu kim hak ediyor? Terk edip giden kuzgun anne mi? Yoksa yuvadaki yavru kuzguna bakan baba kuzgun mu? Bu mesel ne zaman, kiminle ilgili anlatılır?

Eski Almancadan Türkçeye çeviren Prof. Dr. Nazire Akbulut.

Eylül 2023

Kitap, İmparator Pontianus, karısı olan imparatoriçe, imparatorun ikinci karısı; imparatorun oğlu Dyocletianus ile onun yedi bilge üstadı hakkında.

Roma İmparatorluğu’nun güçlü İmparatoru Pontianus, kral kızı olan çok iyi kalpli karısı ile mutlu bir evlilik sürer. Bu evlilikte Dyocletianus adlı bir oğulları olur, ancak çocuk yedi yaşına geldiğinde imparatoriçe hastalanır; iyileşemeyeceğini hissedince de kocasını yanına çağırtır. Kendisinden bir ricada bulunacağını ve söz vermesini ister. İmparator da her isteğini yerine getireceğine dair söz verir. İmparatoriçe, “Vefatımdan sonra evlendiğin kadının oğlumuz üzerinde şiddet kullanmasına izin verme. Onu bilge eğitmenlere gönder ki oğlumuzu eğitip bilgelik öğretsinler” der. İmparator hasta yatağındaki karısına söz verir, imparatoriçe duvara doğru yüzünü çevirir ve ruhunu teslim eder. İmparator günlerce ağlar, yas bağlar.

Uzunca bir süre geçtikten sonra ve uykusuz kaldığı günlerde bir gün oğlunu ve karısının vasiyetini anımsar. Tüm danışmanlarını, soyluları ve imparatorluğun bilge insanlarını toplantıya çağırır. İmparatorluğun geleceği ve onuru için oğlunun eğitilmesi, bunun için kimlere görev verilmesi gerektiğini sorar. Buna yönelik farklı görüşler dillendirilir. Ama bir öneride karar kılınır: Roma’da, tüm güzel sanatlara hâkim ve her konuda oldukça bilge yedi üstadın olduğunu öğrenir. “Emredin gelsinler ve oğlunuzu eğitsinler” derler.

Oyalanmadan gelme emri alan yedi bilge, neden çağrıldıklarını öğrenirler. Bancillas adlı üstat, “Efendim ben sizden yedi yıl istiyorum. Bu sürede bildiğim her şeyi ve daha fazlasını öğretirim oğlunuza” der. Ardından Lentulus adlı üstat söz alır: “Efendim, bana oğlunuzu emanet edin altı yılda tüm bildiklerimi öğreteyim” diye vaat eder. Ardından Cato adlı üçüncü üstat söz alır: “Uzun yıllar denizde ve karada sizin yanınızda yer aldım ve hiç gelir elde etmedim. Şimdi oğlunuzu tüm almadığım ücretlere karşı eğitmek için beş yıllığına bana verin, ben ve dostlarım onu eğitelim.” Bunun üzerine Baldach adlı bilge ayağa kalkar: “Düşünün efendim, ben ve ebeveynlerim sadık bir şekilde hep sizin hizmetinizde olduk ama bize hiç teşekkür etmediniz. İzin verin oğlunuzu ben ve dostlarım dört yılda eğitelim.” Ardından Josephus adlı bilge söz alır: “İmparatorum, bildiğiniz gibi ve gördüğünüz gibi en yaşlıları benim ve birçok kez meclisinizde bulundum; beni her zaman güvenilir buldunuz. Bu durumu ne kullandım ne de bundan çıkar sağladım. Şimdi emredin ben ve dostlarım oğlunuza üç yıl içinde bildiğim kadarını öğretelim.” Bunun üzerine Cleophas adlı altıncı üstat gelir, o da diğerleri gibi çocuğu eğitmek istediğini ve bunu iki yılda yapabileceğini söyler.  Yedinci de ayağa kalkar ve derki: “Oğlunuzu bana emanet edin, ben ve yoldaşlarım onu bir yılda eğitelim.” Bu üstadın adı da Joachim’dir. Yedi üstadı da dinleyen imparator onlara der ki: “Hem halkım hem şahsım adına oğlumu eğitme isteğini içtenlikle dile getirdiğiniz için teşekkür ederim. Ancak bu görevi birinize verirsem diğerlerinde öfke oluşacak. Bu nedenle hepinizi görevlendiriyorum. Onu kendi şerefinizle eğitin, hiçbir iyilikten geri kalmayın.” Bunu duyan üstatlar memnun olurlar, teşekkür edip Dyocletianus’u da yanlarına alarak ayrılırlar. Yolda üstat Cato şöyle bir öneride bulunur: “Dinleyin üstatlar. Eğer bu çocuğu Roma’da bırakırsak gelen giden işimize karışır, çok da engel olurlar. Roma’ya iki mil uzaklıkta bir arazide küçük bir tarla ve ağaçlar içinde bir bahçe var. Oraya bir güzel kule ve iç duvarlarına da yedi güzel sanatları resmedeceğimiz bir mekân inşa edelim. Böylece çocuk, her defasında kitap sayfalarını açıp bakmaktansa her daim görüp öğrenebilir.” Bu öneri bütün bilgelerin beğenisini kazanır ve tüm gayretleriyle bunu gerçekleştirirler. Böylece delikanlıyı yedi yılda yedi güzel sanat dalında yetiştirirler. Yedi yıl geçince, üstatlar kendi aralarında konuşup öğrencileri Dyocletianus’un geçen bu sürede ne öğrenip neler başarabileceğini yoklamanın iyi olacağını müzakere ederler. Bunun üzerine Bancillas, “Bunu nasıl yapacağız?”, diye sorar. Cato şöyle yanıtlar: “Uyuduğunda ranzasının ayağına bir sarmaşık ekelim. Sonra da ne düşündüğünü soralım.” Ve düşündüklerini uygularlar. Delikanlı uyandığında, dağ gibi büyümüş sarmaşığı görünce hayrete düşer ve der ki: “Bana öyle geliyor ki üstteki aşağı inmiş veya aşağıdaki yukarı çıkmış.” Üstatlar bunu duyunca, kendi aralarında şöyle konuşurlar: “Bu delikanlı hayatta kalırsa çok büyük saygınlık kazanır.”

Sarayda da geçen yıl içinde imparatorun evlenmediğini gören danışmanları imparatorun huzuruna çıkar, “Haşmetli İmparatorum! Tek bir oğlunuz var, onun ölümü halinde imparatorluğun mirasçısı kalmayacak” diye düşüncelerini dile getirirler. Ve şöyle sürdürürler: “Bize öyle geliyor ki soylu bir bakire ile evlenip Roma İmparatorluğunu veliahtsız bırakmamalısınız. Güçlü ve zengin birisiniz. Tanrı sizi çokça evlattan yoksun bırakmaz.” İmparator, “Madem siz öneriyorsunuz, o zaman bana iyi huylu, güzel, soylu bir bakire bulursanız ben de sizin önerinize uyarım” diye ikna olur. İmparatorluktaki soylular, şövalyeler ve güç sahipleri tüm ülkelerde arayıp tarayıp sonunda Castelle kralının güzel, eğitimli ve akıllı kızını bulup imparatora uygun bir eş olarak önerirler. Prenses, imparatora göründüğü an, imparator ona âşık olur ve bütün üzüntü ve kederini, hatta ilk karısını unutur. Ancak genç imparatoriçe ile uzun bir süre birlikte oldukları halde kadın hamile kalamaz. İmparatoriçe buna çok üzülür. Bu arada imparatorun, bilgeliğe sahip yedi üstadın yanında yetişen bilge ve tüm sanatları öğrenen bir oğlunun olduğunu öğrenir. İmparatorun ölümünden sonra da imparatorluğu onun yöneteceğini de bilir. İmparatoriçe içten içe, ah keşke oğlu ölse, benin de bir oğlum olsa ve Roma İmparatorluğunu yönetse, diye geçirir. Aynı anda da imparatorun oğlunu öldürme yollarını kafasında kurgular. Bunları düşündüğünde imparator yanında yatakta uzanmış ve ona, “Bil ki kadınım, sana yüreğimin sırrını vereceğim. Seni, dünyada hiçbir insanı sevmediğim kadar seviyorum”, der. Bunun üzerine kadın, “Sevgili Efendim, eğer bu gerçekse o halde sizden bir ricam olacak.” İmparator da şöyle yanıtlar: “Kadınım, arzuladığın her şey yerine getirile.” İmparatoriçe de isteğini dillendirir: “Çok üzülüyorum ama biliyorsunuz ki hâlâ sizden bir çocuğum olmadı. Yedi üstadın yanında, güzel sanatlarla ve bilgelikle yetişen bir oğlunuz var. Benim oğlum gibi olsun. Çağırın gelsin, çünkü benim oğlum yok.” İmparator da der ki: “Onu son gördüğümden beri yedi yıl geçti. Gelsin bakalım bir göreyim ve neler öğrendiğini, neler yapabildiğini bileyim?”

İmparator ertesi gün yedi bilge üstada hemen bir mektup yazar ve oğlunun Hamsin Yortusu günü gecikmeden getirmelerini buyurur. Üstatlar, imparatorun buyruğunu aldıklarında yıldızlara bakarlar ve yıldızlarda şunu görürler: Delikanlıyı götürmeleri halinde, ağzında çıkacak ilk kelime ölümüne neden olacak. Yıldızlarda bunu okuyan bilgeler, çocuğu götürmemeleri halinde boyunlarının vurulacağını da bilirler. Bunun üzerine Cleophas adlı üstat şunu dile getirir: “İki kötüden birini seçeceğiz. İmparatorun oğlunun ölümündense biz ölelim daha iyi.” Onlar böyle kara kara düşünürken prens çıkagelir. İmparatorun mektubunu ve yıldızlardan gördüklerini anlatırlar. İmparatorun oğlu sorunu öğrenince, “Bir de ben yıldızlara bakayım” der. Üstatların gördüğünü o da görür ancak küçük bir yıldızda da yedi gün sessiz kalırsa - her ne kadar, her gün darağacına götürülme tehlikesi olsa da - hayatta kalabileceğini öğrenir. Prens, yıldızlarda gördüğünü bilge eğitmenlerine de gösterir ve der ki: “Bakın Üstatlar. Yedi gün suskun kalırsam yaşama şansım var. Sizin eşiniz benzeriniz dünyada yok. Sizler yedi bilge insanlarsınız. Her biriniz bilgeliğinizle bir günlüğüne beni babama karşı zekice savunursanız hayatım kurtulur. Sekizinci gün kendim konuşur hem sizin hem kendimin sorumluluğunu ustaca alırım.” Üstatlar, “Genç üstadımıza ve öğrencimize hepimizden daha fazlasını yapabilecek kadar büyük bir bilgelik verdiği için Yüce Tanrı her zaman kutlu olsun", diye şükrederler. Bancillas üstadın başlattığı söylemi her yedi bilge tekrarlar: “Hayatımı ortaya koyarım sizin bir gün daha fazla yaşayabilmeniz için.” Bunu dile getirdikten sonra imparatorun oğluna ipek kıyafetler giydirip şatafat içinde, görkemli atlara bindirerek büyük bir kalabalıkla Roma’ya doğru yola çıkarlar.

Oğlunun gelmekte olduğunu öğrenen imparator, onu büyük coşkuyla karşılamaya gider. İmparatorun yaklaştığını gören üstatlar, “Atık senden ayrılmamız ve seni hayatta tutabilmek için neler yapabileceğimizi düşünmemiz gerek” derler. Dyocletianus, “Zor durumda kaldığımda beni unutmayın”, diye karşılık verir.  Saygılarını sunan üstatlar prensten ayrılırlar. Baba oğlunu kollarına alır öper, halini hatırını sorar. Oğul sessiz kalır ve saygıyla babasının önünde eğilir. İmparator baba hayretler içinde kalır ve ‘Herhalde üstatlar, at sürerken konuşmamasını tembihlediler’ diye düşünür. Dyocletianus’un eşliğinde saraya gelen imparator, oğlunun elinde tutar yanına oturtur: “Söyle oğlum, üstatlarla zamanın nasıl geçti ve sana neler öğrettiler? Seni görmeyeli çok oldu.” Oğul yine başını önüne eğer ve bir şey söylemez. Bunun üzerine imparator öfkelenir ve “Bana cevap vermeyecek misin?”, diye bağırır.

İmparatoriçe, imparator oğlunun geldiğini, ancak sessizliğe gömüldüğünü duyduğunda mutlu olur: “Gideyim, efendimin oğlunu göreyim”, deyip süslenip nedimeleriyle imparator kabul salonuna gider. Yakışıklı bir delikanlı olan Dyocletianus’u kibarca selamlar. İmparatoriçe imparatora, “Oğlunuz bu güne kadar konuştuysa, ben onu konuştururum”, der. Baba, “Kalk ayağa ve karımla git”, der. Oğul, sen nasıl arzu edersen, der gibi başını eğer. Bu arada imparatoriçe onu kendi mekânına götürürken kadınları uzaklaştırır. “O sevgili delikanlı, senin yakışıklılığın hakkında çok şey duydum. Şimdi ise sevinerek bunun ne kadar doğru olduğunu görüyorum. Seninle olabilmek için babanın seni çağırtmasını istedim. Çok emin bir şekilde söyleyebilirim ki bekâretimi senin için sakladım, bunu bilmiş ol. Benimle rahatlıkla konuşabilirsin. Birlikte çok iyi vakit geçiririz.” Dyocletianus yanıt vermez. “Sevgili dost, neden konuşmuyorsun? Aşkına dair bir işaret ver ve benden ne istediğini söyle. İstediğin her şeyi hemen yerine getireyim.” İmparatoriçe kollarıyla prensi sararak öpmek ister, ama delikanlı başını yana çevirerek reddeder. “Neden böyle yapıyorsun? Birilerinin bizi görmesinden mi korkuyorsun? Gel beraber yatalım, gör, senin için hala bakire kaldığımı.” Delikanlı imparatoriçeden uzaklaşır. Bunun üzerine imparatoriçe göğüslerini açar güzel beyaz vücudunu gösterir. Baştan çıkarmak için her yola başvurur. Ama ne sözle ne davranışla karşılık bulur. Bunun üzerine düşüncelerini yazması için kâğıt kalemi gösterir. Delikanlı da şunları yazar: “Babamın gül bahçesine zarar vereceğime hayatımı feda etmeye razıyım. İhanet ederek ne mutlu olurum ne de şeref duyarım. Kaldı ki tanrının ve babamın gazabını üstüme çekerim. O nedenle, rahat durun ve beni baştan çıkarmayın.” İmparatoriçe mektubu okur okumaz parçalara böldükten, elbisesini kemerine kadar yırttıktan, başındaki tülleri dağıtıp gözlerinin altını kanırttıktan sonra, “Yetişin bu canavar bana şiddet uyguluyor, çabuk gelin”, diye bas bas bağırmaya başlar.

İmparator, imparatoriçenin çığlıklarını duyar duymaz koşturarak gelir. Neler olduğunu sorduğunda o an beyler ve şövalyeler de imparatoriçenin mekânına varmış olurlar. İmparatoriçe şöyle anlatır: “Ah bilemezsiniz Efendim, acıyın bana, bu züppe bana şiddet uygulamaya kalkıştı. Bu çocuk kesinlikle bir beyin oğlu değil, bir serserinin oğludur. Ben onunla iyilikle konuşup onu konuşturmak isterken o bana şiddet uyguladı. Bakın bana, benim üstümdekileri yırtıp parçaladı, başıma ve örtülerime bakın. Eğer bağırarak yardım çağırmasaydım, siz de tez elden gelmeseydiniz kötü emellerine ulaşacaktı.” Bunu duyan imparator hizmetkârlarına, oğlunu derhal idam sehpasına götürmelerini emreder. Saray eşrafı, tek bir oğlu olduğunu öfkeyle onu katletmemesini telkin eder. Bir mahkeme kurmasını, suçlu bulunursa toplum önünde cezalandırılmasını söylerler. “Aksi takdirde, imparator öz oğlunu yargısız infaz etti denir”, diye uyarırlar. Bunun üzerine imparator oğlunu zindana attırır. Prensin hemen öldürülmediğini duyan imparatoriçe öyle bir ağlamaya sızlanmaya başlar ki imparator, ona bir şey olmadığını, bu kadar abartmaması gerektiğini söyler. İmparatoriçe, imparatorun idam emrinin yerine getirilmediğini, kendi şerefinin de lekelendiğini vurgular. İmparator, prensi ertesi gün kurulan mahkemede idam ettireceğini söylese de imparatoriçe imparatorun sonunun, tıpkı iyi ve soylu bir ağacın genç bir ağaç fidesinin gelişimine kurban edildiği gibi olacağını söyler. İmparator bunu açıklamasını isteyince, imparatoriçe anlatmaya başlar.

Soylu Ağacın Hikâyesi

Roma’da güzel bir ağaç bahçesine sahip zengin bir vatandaş yaşarmış. Bahçede, her yıl çok miktarda kıymetli meyveler veren çok güzel bir ağacı varmış. Meyvesinden yiyen hastalar iyileşirmiş. Bir gün bahçe sahibi bahçeyi gezerken ağacına da bakmak istemiş. Ağacın yakınında bir fidenin geliştiğini görmüş. Bahçıvanı çağırarak küçük fideye, büyük ağaçtan daha fazla emek vermesini, ondan daha fazla verim almak istediğini söylemiş. Bahçıvan da gereken özeni göstereceğini ifade etmiş. Zengin vatandaş, bir sonraki gelişinde fidenin yeterince gelişmediğin görmüş. Nedenini sormuş. Bahçıvan da, büyük ağacın küçük ağacın gelişmesi için gerekli havayı engellediğini söylemiş. Varlıklı vatandaş, “Bu durumda büyük ağacın dallarını buda” der. Büyük ağaç dalsız budaksız, çıplak kalmış. Varlıklı vatandaş tekrar geldiğinde fidenin yine yeterince büyümediğini görmüş, nedenini sormuş. Bahçıvan, fidenin yeterince güneş ve hava almadığı için gelişmediğini söyleyince, mal sahibi bahçıvana ağacı kesmesini emreder. Bahçıvan, mal sahibinin dediğini yapar ancak küçük fide yine de gelişmez. Mal sahibi böylece her iki ağaçtan da olur. Ağacın şifalı meyvesine ihtiyacı olan hastalar da kötü akıl verenlere ve ağacın kesilmesini isteyen herkese lanet okur.

İmparatoriçe büyük soylu ağaç ile fidenin imparator ve oğlunu simgelediğini uzun uzun açıklar. İmparatorun, dul ve yetimlere yardım ettiğini, soylu ve soysuzlara da teselli verdiğini vurgular. Filiz şeklinde gelişen dalın ise kötülükle büyüyen oğlu olduğunu, imparatorun kolu kanadını kıracağını, kişiliğini öldüreceğini anlatır. Sonunda da ekler: “Size önerim, hala güç elinizde iken öldürün onu. Yoksa soylu soysuz herkes sizi lanetler.” İmparator da, “Bu iyi bir öneri hanım. Oğlum, yarın sabah kötü bir son ile ölecek”, diye rahatlatır karısını.

Ertesi gün geldiğinde, hâkim kürsüsüne oturan imparator hizmetkârlarına, oğlunu ıslıklar ve trompetler eşliğinde darağacına götürmelerini ve asmalarını söyler. Oğul Dyocletianus, şehrin tüm sokaklarında dolaştırılarak götürüldüğü için büyük bir kalabalık toplanır, feryat figan içinde imparatorun tek oğlunun katledilmek istendiğini ağlayarak dile getirir. Ölüme götürülen veliahttı, güzel bir atın üzerinde karşılayan ilk üstat Bancillas’dır. Dyocletianus üstadını görünce başını eğer ve sanki şunu söylemek ister: Üstadım, beni babamın yanında anın. Gördüğünüz gibi idama götürülüyorum. Üstat, hizmetkârlara dönerek der ki: “O kadar acele etmeyin canlar. İnşallah onu bu ölümden kurtaracağım.” Ardından hızla atını sürerek imparatorun yanına varır. Dizlerinin üstüne gelerek onu selamlar. İmparator, “Sana iyi şeyler olmayacak”, der. “Haşmetlim, ben daha iyisine layığım” diye cevaplar. İmparator, “Üstat, yalan söylüyorsun! Sana ve arkadaşlarına oğlumu emanet ettiğimde konuşabiliyordu ve saygılıydı. Şimdi ise suskun, üstüne üstelik kötü, öyle ki karıma şiddet uyguladı. Bu nedenle o bugün ölecek, ardından da siz kötü adamlar”, der. Bilge eğitmen ise, “Haşmetlim, oğlunuz bizim yanımızda kaldığı yedi yıl boyunca hep konuştu. Şimdi diyorsunuz ki karıma şiddet uyguladı. Bunu ispat edebilir misiniz? Eğer oğlunuzu öldürürseniz tıpkı, karısının sözüyle sevdiği köpeğini öldüren şövalyeye benzersiniz. Oysa o köpek, şövalyenin bedeninden düşen biricik oğlunu ölümden koruyup kollamıştı”, diye yanıtlar. “Hikâyeyi dinlemek isterim” der imparator. “Efendim, ben anlatacaklarımı bitirene kadar oğlunuz asılmış olacak. Ben de boşuna konuşmuş olacağım. Eğer öğretici bir örnek dinlemek istiyorsanız o halde hükmünüzü yarına kadar erteleyin. Dinledikten sonra ne isterseniz yapın. İsteğiniz yerine gele.”

Bunu duyan imparator, oğlunun tekrar geri getirilmesini emreder. Oğul darağacından indirilince üstat artık anlatmaya başlar.

Köpek ve Yılanın Hikâyesi

Bir zamanlar sizin gibi tek oğlu olan bir şövalye varmış. Fakat şövalyenin oğlu daha bebekmiş, beşikteymiş. Annesi oğlunu o derece seviyormuş ki üç nedime tutmuş. Biri emziriyor, ikincisi yıkıyor üçüncüsü de pışpışlıyormuş. Şövalye bir de soylu bir köpeğe sahipmiş. Özellikle avda çok yararlı bir hayvanmış. Yakaladığı avı, efendisi gelene kadar tutar veya efendisine götürürmüş. Ola ki efendisi, kendisine zarar verecek düşmanlarına karşı gitmek üzere atına atlasın, felaket bir şekilde havlayarak, atın kuyruğunu ağızlayıp efendisinin gitmesine engel olurmuş. Bunun üzerine şövalye, gitmemesinin doğru olacağını düşünür, öyle de olurmuş. Şövalyenin bir de tüm oyunlarda başarılı olan şahini varmış ki hiçbir kuş ondan kaçamazmış. Şövalye ayrıca mızrak dövüşlerine ve turnuvalara katılmayı da severmiş. Bir tarihte, yaşadığı şatonun bulunduğu kentte bir turnuva düzenlemiş. Turnuvaya birçok bey ve şövalye de iştirak etmiş. Şövalyenin karısı ve nedimeler de çocuğu salondaki beşikte bırakarak herkes gibi turnuvayı izlemeye gitmişler. Şahin, her zaman ki gibi duvardaki çubuğa tünemiş, köpek de duvar önünde yatıyormuş. Şatonun zemininde yuvalanmış yılandan ise kimsenin haberi yokmuş. Yılan hiçbir ses duymayınca başını delikten çıkarıp etrafı kolaçan etmiş. Beşikteki bebekten başka kimseyi görmeyince delikten çıkıp beşikteki bebeği öldürmeye gitmiş. Şahin, köpeğe doğru bakmış ki köpek uyuyor. Bunun üzerine kanatlarını çırparak köpeği uyandırmış. Beşiğin yanında yılanı gören köpek, yılanın karşısına dikilerek yılanı uzaklaştırmaya çalışmış. Devasa büyüklükte olan yılan köpeğe direnmiş ve korkunç bir mücadele başlamış. Yılan köpeği öyle bir ısırmış ki köpek kanlar içinde kalmış, ama çocuğa zarar gelmemesi için beşiği korumaya devam etmiş. Yılan ve köpek o derece mücadele etmişler ki beşik devrilmiş, bebek altında kalmış, fakat beşik yüksek olduğundan bebek aradaki boşlukta kalmış, bebeğe bir şey olmamış. Köpek, ağır yaralandığını anlayınca, çünkü beşik ve beşiğin etrafı kanlar içinde kalmış, bütün hışmı ile yılana saldırmış, yılanı yenmiş ve öldürmüş. Tüm bunlar bittikten sonra köpek tekrar duvarın dibine uzanıp yarasını yalayarak temizlemeye başlamış. Çok geçmeden turnuva biter nedimeler de eve gelir. Beşiği devrilmiş, köpeği ve beşiğin etrafını kanlar içinde görünce, köpeğin çocuğu yediğini düşünmüşler. Beşiği düzeltmek gibi bir akıllılık yapmak yerine, “Hemen kaçalım, bey gelirse hepimizi öldürür”, diye çığlıklar atmışlar. Nedimeler kaçarken yolda çocuğun annesi ile karşılaşmışlar. Anne, çığlıklar içinde perişan haldeki kadınları görünce: “Nereye gidiyorsunuz ve niçin çığlık çığlığasınız?”, diye sormuş. Kadınlar, “Ah hanımım, biz de siz de mahvolduk. Beyimizin o çok sevdiği köpek oğlunuzu yemiş ve kanlar içinde duvar dibinde yatıyor.“ Bunu duyan kadın kendinden geçerek baygın bir şekilde yere yığılmış. Kendine tekrar geldiğinde. “Vay başıma, ben şimdi ne yaparım? Tek çocuğumdan oldum”, diye feryatlar etmiş. Turnuvadan dönen şövalye karısının çığlıklarını ve haykırışlarını duymuş. Karısına, neler olduğunu sormuş. “Ah beyim, sizin o çok sevdiğiniz köpek oğlumuzu öldürüp yemiş, şimdi de çocuğumuzun kanına bulanmış bir şekilde duvar dibinde yatmakta”, diye açıklamış. Acı bir keder ve öfke yaşayan şövalye salona koşmuş. Köpek her zamanki alışkanlığı ile efendisini selamlamış. Ancak şövalye kılıcını çektiği gibi anında köpeğin başını gövdesinden ayırmış. Bunu yaptıktan sonra beşiğe gitmiş ve beşiği düzeltmiş. Bir de ne görsün! Çocuk sağlıklı bir şekilde uyuyor ve beşiğin yanında da büyük bir yılan ısırılmış ve ölü yatıyormuş. Durumu inceleyen şövalye, köpeğin yılanla boğuştuğunu ve çocuğun da böylece hayatta kaldığını anlamış. Bunun üzerine bağırmış, çağırmış, sakalını yolmuş. “Ah, ben karıma inanarak ne yaptım böyle? Çocuğumu dev bir yılandan koruyan sevgili köpeğimi öldürdüm. Bundan böyle bütün şövalye turnuvalarına son veriyorum”, demiş, kılıcını kırmış, kalkanını da parçalamış. Ardından da deniz aşırı yolculuk ederek tüm günahlarını affettirmek için kutsal mezarlara ulaşmış ve yaşamının sonuna kadar orada kalmış.

Anlatımı biten üstat der ki: “Haşmetli imparatorum, beni anladınız, değil mi?” İmparator, “Çok iyi anladım.” der. “O nedenle tekrar söylüyorum, eğer oğlunuzu öldürürseniz durumunuz şövalyeninkinden daha kötü olur.” İmparator, “Hiç şüphesiz, bu iyi bir uyarı oldu. Oğlum bugün ölmeyecek.” diye yanıtlar. Bunun üzerine üstat: “Efendim, bunu yaparak bilgece davranmış olursunuz. Bana yüce gönüllülükle kulak verdiğiniz ve oğlunuzu benim için bağışladığınız için teşekkür ederim. Sizi tanrıya emanet ediyorum”, dedikten sonra evine, yoldaşlarının yanına döner. İmparatoriçe olanları, yani imparatorun oğlu Dyocletianus’un ölmediğini duyunca acıyla birlikte çığlıklar atarak yere yığılır ve kalkmak istemez. Bunu öğrenen imparator karısının yanına gider ve der ki: “Sevgili kadınım, nasıl bu derece kızabilirsin?” Karısı şöyle cevap verir: “Şaşırıyor musunuz efendim? O oğlanın bana nasıl büyük bir kötülük yaptığını bilmiyor musunuz? Siz de bana, onun derhal öldürüleceğini söylemediniz mi? O ise hâlâ yaşıyor. Size aslında şunu diyeceğim. Oğlunuzun size yaptığı, bir zamanlar bir yaban domuzunun bir çobana yaptığı gibi olacak.” Bunun üzerine imparator: “Kadınım, senden rica ediyorum, bunun nasıl bir hikâye olduğunu bana anlat?”, der. Karısı cevaplar: “Dün size yeterince anlattım, anlattıklarımın size yararı oldu mu? Yine de size anlatacağım, dikkate alırsanız size büyük bir uyarı ve yararı olur.” Ve hikâyeye başlayarak anlatır.

Domuz ve Çobanın Hikâyesi

Sizin gibi bir imparatorun büyük bir ormanı varmış, içinde berbat bir yaban domuzu yaşarmış. Ormandan geçen herkesi öldürürmüş. Bu durum imparatoru artık çok öfkelendirmeye başlamış. Böylece tüm imparatorluğa haber salmış. Kim ki bu yaban domuzunu öldürür, ona öz kızını verecek ve ölümünden sonra da ona imparatorluk kalacak. Bunu duyan bir koyun çobanının dışında hiç kimse, domuzu öldürmek istememiş. Çoban da şöyle düşünmüş: ‘Eğer domuzu öldürürsem sadece ben değil, tüm sülalem yüceltilir.’ Çoban bastonunu alarak domuzun yaşadığı ormana doğru yola koyulmuş. Çobanı gören yaban domuzu ona doğru hamle yapmış. Çoban hemen bir ağaca tırmanmış. Bunun üzerine domuz öyle bir eşelemeye başlamış ki, çoban ağacın her an devrileceğini düşünmüş. Çoban, ağaçta bolca bulunan tatlı elmaları aşağıdaki domuza fırlatıp önce domuzu durdurmuş; sonra domuz elmaları yemeye başlamış. Çoban da, domuz doyana kadar durmadan elma atmaya devam etmiş, öyle ki domuz ağacın dibine uzanıp kalmış. Bunu gören çoban yavaşça ağaçtan inmiş, bir eliyle domuzu yoklarken diğer eliyle ağaca tutunmaya devam etmiş. Domuzun derin uyuduğunu anlayınca da bıçağını çekmiş ve domuzun boğazını kesmiş. Çoban, yaban domuzunun başını aldığı gibi imparatora gitmiş, kızını istemiş. Böylece çoban artık imparatormuş.

Ardından imparatoriçe, “Beni anladınız, değil mi? O güçlü yaban domuzu sizsiniz ve sizin şahsınız. Siz güçlü, hükmeden ve varlıklısınız. Size karşı kimse gelemez. O çubuklu çoban da oğlunuz, sizi sanatının asası ile alt etmek isteyen haydut oğlunuz. Tıpkı çoban, domuzu kandırıp ona dokunup uyuduğuna da emin olunca, onu öldürdüğü gibi. Demek ki oğlunuz ve üstatları da sahte sözleri ile size dokunacak, o süreçte oğlunuz sizi öldürecek, ortadan kaldıracak ve size hükmedecek.” Bunun üzerine imparator; “Yaban domuzuna olduğu gibi onların beni öldürmesi gerçekleşmeyecek. Size diyorum kadınım, oğlum yarın ölecek”, der. İmparator, oğlunun getirilmesini emreder ve onu tekrar ölüme mahkûm eder. Dyocletianus darağacına götürüldüğünde karşısına diğer üstat olan Lentulus çıkar ve ona eşlik eden hizmetkârlara der ki: “Değerli Dostlar, çok acele etmeyin, umarım bu sondan onu kurtarırım.” Ardından süratle imparatorun yanına doğru atını sürer. Saraydan içeri girerek dizleri üstüne çöker ve şöyle der: “Ah soylu efendim, aklıselim düşünün. Karınızın sözüne inanıp oğlunuzu öldürürseniz, karısının sözüne kanıp tüm dünyanın gözü önünde demir bir boyunduruğa suçsuzca vurulan şövalyeden beter olursunuz.” Bunun üzerine imparator der ki: “Ey sevgili üstat, söyle bize, bu nasıl olmuş?” Üstat da der ki: “Efendim, size hiçbir şey anlatmam. Ta ki konuşmam bitene kadar siz, oğlunuza huzur ve bir süre verene kadar. Ondan sonra doğru bildiğinizi yapın.” İmparator, oğlunun tekrar geri getirilmesi buyruğunu verir. Buyruk yerine getirilir. Üstat böylece anlatmaya başlar:

Şövalye, Karısının Sözü Üzerine Nasıl Esir Düşer

Kentin birinde yaşlı ve muhafazakâr bir şövalye nikâhına güzel ve genç bir kadın alır. Siz efendilerin böyle bir kadına sahip olduğunuzda yaptığınız gibi, o da karısını çok sever. Ve büyük bir sevgiyle her gece evin kapısını kendisi kilitleyip anahtarları da baş yastığının altına koyarak yatar. Kentte hükmeden yasaya göre, gece yarısı çan çaldığında sokakta biri varsa muhafızlar onu yakalayıp hapsedip sıkıca kilit altına alıp ertesi gün erkenden demir bir halkayı boynuna kelepçeleyip orada bütün dünyanın gözü önünde sergilerler. Ne yazık ki şövalye yaşlı ve bilgeydi ancak yatakta yeterince erkek değildi. Bu da genç ve çılgın olan kadını çok sinirlendiriyordu. Gizli bir sevgili nasıl olur, diye düşünmeye başlar. Böyle de olur. Bazı geceler, şövalye uyurken uyanıp gizlice sevgilisine gider ve gizlice de geri döner. Bu böyle çok kez gerçekleşince, bir defasında şövalye uykudan uyanır ve baş yastığının altından karısının anahtarları nasıl alıp evden çıkarak sevgilisine gittiğini görür. Şövalye o dakika yataktan kalkar kapıya gider ve kapıyı açık bulur. Hemen kapının arkasına kuvvetli bir takoz yerleştirir ve tekrar yukarı çıkarak karısının gelebileceği taraftaki pencerenin önüne oturur. Gece yarısından bir saat önce kadın sevgilisinden dönüp gelir ve kapıyı kilitli görünce ürker, yine de sakinliğini koruyarak kapıya vurur. Pencere önünde onu bekleyen şövalye der ki: “Seni adi kahpe, anladığım kadarıyla pek çok kez bu alçaklığı gerçekleştirmiş, şerefini beş para edip benden çekip gitmişsin. Şunu bil ki orada uzunca süre kalacaksın, ta ki çan çalınıp muhafızlar gelene kadar.” Bunun üzerine kadın der ki: “Sevgili beyim, neden beni şerefsizlikle itham ediyorsunuz? Bilin ki gerçekte annem bir hizmetçi kızı beni çağırması için gönderdi. Siz de öyle güzel uyuyordunuz ki uyandırmak istemedim ve böylece anahtarları aldım ve anneme gittim. Annem öyle hasta ki, korkarım yarın son duası verilir. Aslında yanında kalacaktım ancak sizi kızdırmaktan korktum, o nedenle eve geldim. Şimdi size yalvarıyorum çan çalmadan beni içeri alın.” Şövalye, “Düşün bakalım, kaç kez benden gizlice kaçıp alçaklık ettin” diye söylenince kadın, “Beyim, bırak içeri gireyim, burada yakalanırsam benim için de bütün arkadaşlarım içinde büyük bir utanç olur.” Adam cevap verir: “İçeri giremeyeceksin, muhafızlar da seni bulacak.” Kadın ise, “Hepimiz adına çarmıhta can veren İsa adına, acı bana.” Şövalye cevap verir: “Boşuna konuşuyorsun, çandan önce eve giremeyeceksin.” Bunu duyan kadın şöyle konuşur: “Efendim, şurada duran kuyuyu herhalde görüyorsunuz. Utanç içine düşeceğime ve tüm soyumu utanca boğacağıma kuyuya atlar boğulurum daha iyi.” Adam cevaplar: “Hay Allah. Keşke daha önce boğulsaydın da yatağıma hiç gelmez olaydın.” Bu konuşmalar sırasında bir bulut ayın önüne öyle bir geçer ki hava biraz kararır. Bunu fırsat bulan kadın seslenir: “Madem durum böyle ben de gider kendimi kuyuya atar boğulurum, ama daha önce son dileğimi açıklayacağım. Fakirlere elbiselerimi verin ve Sankt Peters Kilisesine beni defnedin.” Bunu der demez kuyuya yönelir ve büyük bir taşı iki eliyle kavrayarak kuyuya atarken şöyle der: “Artık intihar ediyorum.” Şövalye suya düşen taşın sesini duyunca: “Ah canım karım” diye feryat eder ve aşağı inerek kuyuya doğru koşar. Kadın ise kapının arkasına saklandığı için hemen içeri kaçar ve kapıyı içerden sıkıca kilitler. O sırada şövalye de kuyunun kenarında durmuş, “Ah ah. Yazıklar olsun bana ki, kapıyı hep kilitleyerek sevgili karımı kaybetmeme neden oldum.” Kadın ise yukarıda pencerenin önünde oturmuş şövalyenin sözlerini dinleyerek gülmeye başlar ve aşağıya seslenir: “Vayyy seni yaşlı ve talihsiz aptal, bu saatte oraya giderek ne yapıyorsun? Benimle yetinemiyor musun? Her gece fahişelerine gitmek zorunda mısın, ahlaksızlıklar yapıp beni de evde yalnız yatırırsın?” Adam, kadının sesini işitince rahatlar ve der ki: “Tanrım sana şükürler olsun ki hâlâ yaşıyor. Sevgili karım benim, benim hakkımda nasıl böyle laf edersin? Ben seni biraz denemek istedim, o nedenle kapıyı kilitledim. Ben seni dışarıda uzunca zaman tutmazdım. Suyun sesini duyunca suya düştüğünü sandım, o nedenle de hızlıca aşağı indim ki sudan çıkmana yardım edebileyim.” Kadın ise: “Hiç suçum yokken beni sorguya çektin ve bana iftira ettin. Şunu açıkça söylüyorum, orada çan çalana kadar duracaksın ki muhafızlar yasayı sende uygulasınlar.” Şövalye ise şöyle cevaplar: “Neden beni yalan söylemekle suçluyorsun? Ben artık yaşlıyım ve hayatım boyunca öyle yaşadım ki hiç bu şekilde suçlanmadım. Bu nedenle kapıyı aç ve beni içeri bırak. Beni de kendini de bu utançtan yoksun bırak.” “Bütün bunlar işine yaramayacak. En iyisi sen bütün eski günahlarını cehennemdense burada düzeltirsin. Bırak da sana, bilge adamın sözlerini anımsatayım: Tanrı, zavallı bir kibirliden, zengin bir yalancıdan ve yaşlı bir aptaldan nefret eder. Sen ise bir yalancı, ayrıca zengin ve bir de yaşlı aptalsın.” Bu tartışma böyle sürüp giderken çan çalınır. Bunu duyan şövalye kadından rica eder: “Ah kadınım benim, çan çalıyor, bırak içeri gireyim. Aksi takdirde mal ve şerefim ebediyen mahvolur.” Kadın der ki: “Çanlar senin ruhuna şifa versin, sabırlı ol.” O saat muhafızlar gelir ve şövalyeyi sokakta bulurlar. Bunun üzerine derler ki: “Sizin bu saatte burada durmanız, kötüye işarettir.” Kadın muhafızları duyunca onlara seslenir: “Görüyor musunuz kıymetli dostlar? Bu yaşlı yalaka her gece benden ayrılır fahişelerine giderek beni evde yalnız bırakır. Onu daha önce uyardım ve düzelmesini umdum. Anneme ve babama da hala bir şey anlatmadım, ama bana yararı olmadı. Bu nedenle sizden ricam onu güzelce bir yola getirin.” Bunun üzerine muhafızlar şövalyeyi alarak bir kütüğe bağlarlar ve ertesi gün erkenden de boğazına demir bir kelepçe takarak tüm dünyanın gözü önünde utanç içinde sergilerler.

Ardından üstat imparatora hitap eder: “Efendim, bunu doğru anladınız mı?” İmparator cevap verir: “Üstat, oldukça iyi anladım.” “Size gerçekten söylüyorum Efendim. Oğlunuzu öldürürseniz sizin durumunuz, bu şövalyeninkinden çok daha kötü olur.” Bunun üzerine imparator der ki: “İmanıma, kocasını yalandan itham ve ihbar eden bu kadın çok kötü biriymiş. Sana bir şey diyeyim mi üstat? Bu anlattıkların hatırına oğlumu bugün bağışlıyorum. Bugün ölmeyecek.” Üstat da şöyle karşılık verir: “Efendimiz, bunu yaparak bilgece bir şey yapmış olursunuz ve ben de bundan böyle daha da mutlu olurum. Sizi tanrıya emanet ediyor ve beni dinleme yüceliğini gösterdiğiniz, oğlunuza da süre tanıdığınız için teşekkür ediyorum.” Böyle diyerek üstat oradan ayrılır. Dyocletianus’un hâlâ yaşadığını ve ölmediğini duyar imparatoriçe. Öyle bağırır ki kimse onu teselli edemez; o intizar etmeye devam eder: “Ben yüce bir kralın kızıyım ve haylaz bir oğlan tarafından hiçe sayılamam.” Nedimeleri imparatora giderek ondan karısını teselli etmesini rica ederler. İmparator karısının yanına gelerek ona der ki: “Sevgili kadın, böyle bağırıp çağırarak ne çabuk kadınca terbiyeni unutuyorsun.” Bunun üzerine kadın: “Efendim, size duyduğum bu büyük sevgi olmasa çoktan baba evime dönerdim, bu benim için daha iyi olurdu.” İmparator ise: “Ben yaşadığım sürece bu olmayacak, hiçbir şey sizi kırmayacak” der. Kadın karşılık verir: “Tanrı size uzun ömür versin. Ama korkarım ki sizin de sonunuz şu şövalye gibi olacak. Hani babası oğlu uğruna başını verir de oğul babasının başını kilise bahçesine gömmez.” İmparator der ki: “Benim sevgili karım, söyle bakalım şu meseli. Nasıl olmuş da baba oğlu uğrana ölmüş ama oğlu babanın başını kilise bahçesine gömmemiş?” Kadın der ki: “Size memnuniyetle anlatırım da bana faydası olur mu, bilmem?”

Kuledeki Hazine

Roma’da yaşayan bir şövalyenin bir oğlu iki de kızı vardı. Şövalye bütün turnuvalara ve şövalye oyunlarına katılır ve sahip olduğu tüm varlığını erkeklerle ve kadınlarla tüketirdi. O dönemler ülkeyi yöneten Octavianus adlı bir imparator, altın ve gümüşte o denli varlıklı imiş ki ne başka bir imparator ne de başka bir kral bu konuda onunla boy ölçüşebiliyormuş. Öyle ki bir kule dolusu altını varmış, bunu da bir şövalyeye emanet etmişti ki onu sıkı bir şekilde korusun. Bahsettiğimiz diğer şövalye ise, o çok sevdiği mızrak dövüşü ve turnuvalara sürekli katılmaktan, kısa sürede fakir düşer. Böyle olunca da varını yoğunu satması gerektiğini düşünür. Oğlunu yanına çağırarak düşüncesini onunla paylaşır: “Oğlum, söyle ne yapalım? Hiçbir şeyim kalmadı. Çaresizlikten tüm mirasımızı satmak zorundayız”, der. Oğul cevap verir: “Baba, bundan böyle de onurla yaşayabileceğin ve mirasımızı satmayacağımız bir çözüm bulmak daha iyi olurdu.” Bunun üzerine baba der ki: “Dinle, benim iyi bir fikrim var. İmparator efendimizin altınla dolu bir kulesi var. Bir gece birlikte oraya gidelim, duvarda bir delik açalım ve kuledeki altından ihtiyacımız kadarını alalım.” Oğul yanıtlar: “İyi fikir. Mirasımızı satacağımıza imparatorun malından alarak bu zor durumdan kurtuluruz. Onun kendisinin zaten yeterince mal varlığı var.” Böylece her ikisi de geceden yola çıkarak kulede gizli bir delik açıp kuleden içeri girer ve taşıyabilecekleri kadar altın alırlar. Şövalye borçlarını kapatır ve eskisinden daha da çok turnuvalara iştirak eder. Çok geçmeden kuleyi korumakla görevli şövalye gelir ve hazinenin tarumar edildiğini ve duvarda da gizli bir delik olduğunu görür. Muhafız şövalye çok korkar ama imparatora giderek olayı aktarmaktan kendini alıkoyamaz. İmparator der ki: “Sana hazinemi emanet ettim. Onu senden talep ederim ve senden alırım.” Hazineyi korumakla yükümlü şövalye bunu duyar duymaz hemen kuleye varır, deliğin önüne büyükçe bir varil zift ve reçine koyar ki kuleye girmek isteyen herhangi biri bu varilin içine düşerek bir daha çıkamasın. Üzerinden fazla bir zaman geçmeden şövalye, kuleden aldığı mal varlığını yeniden tüketince, oğluyla birlikte bir kez daha kuleye gider. Baba önden gittiği için hemen boynuna kadar zift ve reçine dolu varile düşer. Varilde hapis kaldığını ve kıpırdayamadığını anlayınca oğluna sessizce seslenir ve der ki: “Oğul sakın içeri girme, çünkü ben tuzağa düştüm.” Oğlu ise der ki: “Baba, seni bırakmam. Sana yardım etmek zorundayım, çünkü seni burada bulurlarsa, hepimizi öldürürler.” Baba da der ki: ”Ne yardım, ne çözüm düşünebiliriz. Bu nedenle kılıcını çek ve başımı vur ki başsız bulunursam, kimse beni tanımaz. Böylece sen ve kız kardeşlerin ölümden ve dünyevi utançtan kurtulmuş olursunuz.” Oğul da der ki: “Bu en iyi çözüm, çünkü seni tanırlarsa, biz de seninle birlikte ölmek zorunda kalırız. Bu nedenle kelleni almak zorundayım.” Der demez de babasının kafasını vurur, kafayı yanına alarak gizlice gömer. Ardından yaşananları kız kardeşleriyle gizlice paylaşır. Onlar da birçok gün kimseye fark ettirmeden babanın yasını tutarlar. Sonunda kulenin muhafızı kuleye gelince kafasız cesedi bulur, hayretler içinde kalır ve bunu imparatorla paylaşır. İmparator şöyle buyurur: “Cesedi bir atın kuyruğuna bağlayın ve bütün sokaklarda yerlerde sürükleyin. Bu arada oldukça dikkatlice hangi evde feryat ve ağlama sesi duyulduğuna bakın. İşte ceset, feryat sesi duyulan o evin beyine aittir. O evdeki herkesi alın ve kılıçtan geçirin.” Hizmetkârlar imparatorun dediği gibi yaparlar. Cesedi o şövalyenin evinin önünden sürükledikleri sırada kızları bunu görünce feryada ve ağlamaya başlarlar. Erkek kardeşleri, kız kardeşlerinin feryadını duyar duymaz av bıçağını çeker, kendi bacağında çokça kan akacak kadar derin bir yara açar. İmparatorun hizmetkârları bu feryatları duyunca eve girerler ve bu çığlığın anlamını sorarlar. Bunun üzerine şövalyenin oğul der ki: “Beceriksizliğim yüzünden kendimi derin yaraladım. Kız kardeşlerim kanayan yarayı görünce bağırmaya başladılar.” Görevliler yarayı görünce, delikanlıya inanır. Delikanlıya kanan nöbetçiler çekip giderler. Ve cesedi sürüyerek yola devam ederler, sonunda da darağacına asarlar. Ceset orada birkaç gün asılı kalır. Ama oğlu ne cesedi darağacından indirir ne de babasının kafasını kilisenin bahçesine gömer.

İmparatoriçe, “Ne demek istediğimi anladınız, değil mi efendim? Korkarım ki size de oğlunuza da aynen böyle olacak ve nasıl olacağını dinleyin: Şövalye, oğluna sevgisinden ötürü altını çaldı ve çocuklarına zarar gelmesin diye de boynunu vurdurdu. Siz de oğlunuz büyük bir servete ve onura kavuşsun diye gece gündüz çalışıyorsunuz. Ama hiç şüphe yok ki o, sizin hükümranlığınıza konabilmek için kötülüğünüze çalışıyor. Tıpkı babasını toprağa verme yerine, darağacında sallanmasına göz yuman oğul gibi. Bu nedenle size önerim, onu öldürün ki size zarar vermesin ve utanç yaşatmasın.” İmparatorun buna yanıtı: “Kadınım bana, babasının başını bir ahıra gömen şövalyenin oğlu ile ilgili iyi bir örnek anlattın. Oğlumun buna kesinlikle fırsatı olmamalı.” İmparator bunu söyler söylemez oğlunun darağacına götürülme buyruğunu verir. Prens darağacına götürülürken Cato adlı üçüncü üstat at üstünde çıka gelir. Onu gören delikanlı başını, şunu der gibi eğer: ‘Beni sadakatle hatırla.’ Bu arada halk da, “Sevgili Üstat, acele edin de öğrencinizi kurtarın!” diye bağırır. Üstat durur mu? Atını mahmuzlar, süratle imparatorun huzuruna çıkar, dizlerinin üstünde imparatoru selamlar. İmparator ise: “Tanrı belanı versin!” der. Üstat ise: “Henüz çok az tanıdığınız oğlunuzdan iyilik gördüm, onur duydum.” “Çok haklısın” der imparator, “Sen darağacını, oğlumdan daha fazla hak ettin. Çok hoş sohbet ve terbiyeli bir çocuktu. Büyüdü ne oldu? Bir dilsize ve bir oğlan çocuğuna dönüştü.” Bunun üzerine üstat şöyle cevap verir: “Konuşmuyorsa, bunu tanrı kısa bir süreliğine dilediği içindir; haylaz bir oğlan çocuğu olduğu ve karınıza şiddet uyguladığını ise başka biri görmüş mü, bilmek isterim. Bilin ki, kadın hilebazlığı her türlü hilebazlığın üstündedir. Ve eğer karınızın söylemi üzerine oğlunuzu öldürmek isterseniz, bir vatandaşa, eşinin ve çok sevdiği saksağanının yaptığının aynısını yaşarsınız.” İmparator da der ki: “Kadınların ne derece hilebaz olduğunu anlat bana.” Bilge ise, “Majesteleri, oğlunuzu tekrar buraya getirin ki size mucizevi anlatılarda bulunayım”, der.

 [DEVAMI BİR HAFTA SONRA, EKİM 2023 GÜNCEL YAZIDA]

Nazire Akbulut

Nazire Akbulut

"Unrecht tun und Unrecht dulden
Me-ti sagte: Wichtiger, als zu betonen, wie unrichtg es ist, Unrecht zu tun, ist es zu betonen, wie unrichtig es ist, Unrecht zu dulden. Unrecht zu tun haben nur wenige die Gelegenheit, Unrecht zu dulden viele." Bertolt Brecht

“Haksızlık yapmanın ne kadar yanlış olduğunu vurgulamaktan daha önemlisi, haksızlığa göz yummanın ne kadar yanlış olduğunu vurgulamaktır. Sadece birkaç kişi haksızlık/ adaletsizlik yapma fırsatına sahipken, pek çok kişi haksızlığa tahammül etmektedir.” Bertolt Brecht

Yorumlar (0)

Nazire Akbulut
  • Henüz Yapılmış Yorum Yok

Bir Yorum Bırakın

Nazire Akbulut
captcha

Güncel Yazılar

Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut

Kapatmak için X butonuna basınız