2023 Ekim. Bölüm 2 (son): Yedi Bilge Üstat – Anonym

Prof. Dr. Nazire Akbulut

Ekim 2023

Yavru kuzgun kimin hakkı? Terk edip giden anne kuzgunun mu, yoksa yuvadaki yavru kuzguna bakan baba kuzgunun mu?

NA: Yedi bilge tarafından eğitilen ve yıldızlarda geleceğini gören imparatorun oğlu Dyocletianus, saraya döndükten sonraki yedi gün boyunca suskunluğunu korur. Ancak, prensin her gün darağacına götürülmesi için - nedeni Eylül 2023 Güncel Yazı’da - üvey anne bir hikâye ile imparator Pontianus’u ikna eder; ardından bilgelerden biri gelerek prensi darağacından bir başka hikâye anlatarak indirtir. Böylece yedi günde 14 veciz öykü anlatılır. Bu on dört kapsanan hikâyenin hepsi genel olarak ‘güven veya sadakat duymak veya duymamak’ üzerine, büyük bölümü ise kadınların güvenilir olmadığına dairdir. “Sadakat” konusunda HEDEP MV Sayın Sırrı Süreyya Önder’in bir konuşmasından uzunca bir bölümü burada alıntılamadan önce çeviri hakkında birkaç bilgi daha paylaşmak istiyorum.

Sekizinci gün prens suskunluğunu bozar ve babasına, kendisinin üvey annesi ile yaşadıklarına dair durumu açıklar. Ardından da “İki Arkadaş” üzerine bir öğüt niteliğinde hikâye anlatır. Kitabın tümünü burada aktarmam Güncel Yazılar’ın çerçevesini zorlar. Bu nedenle son altı vecize niteliğindeki hikâyeyi ve prens Dyocletianus’un anlattığı kıssanın sonunu paylaşamıyorum. Umarım, Yedi Ulu Bilge adını vereceğim çeviriyi, kitap olarak sizlere ulaştırabilir ve böylece bu 15.yüzyıl prens Dyocletianus’un hikâyesini içeren kapsayan ve on dört kıssayı içeren kapsanan Alman hikâyelerinin, toplumsal cinsiyet rollerinin pekişmesindeki olumsuz katkısını bir bütün olarak okumanızı sağlarım. İlk dört günün öykülerini, Bölüm 1: Yedi Bilge Üstat Eylül 2023 Güncel Yazılar’da okuma olanağınız oldu. Bölüm 2: Yedi Bilge Üstat’da da imparatorun oğlu Pontianus’un anlattığı “İki Arkadaş” kıssa hikâyeyi, kuzgun yavrusu ile ilgili bölüme kadar paylaşacağım.

Yukarıda ifade ettiğim ‘sadakat’ olgusunu farklı bir bakış açısından sorgulayan Sayın Önder’in konuşmasından, okumakta olduğunuz öykülerle paralellik oluşturan bölümleri alıntılamak istedim. Önder’in ‘sınırları kaldırmak’ diye ifade ettiği durum, günümüzde özel olarak kadın hakları, genel olarak da her türlü toplumsal kalıbı kırmak anlamına gelen ‘emanzipe’ terimini karşılıyor. Emanzipation teriminin kökeni Latince “tahliye ve serbest bırakma” olup “yetişkin bir oğlu baba otoritesinden kurtarıp bağımsızlığa, bir köleyi özgürlüğe kavuşturmak” anlamında kullanılmıştır.

 

Sırrı Süreyya Önder “Sadakate Davet”[1]

“Hayatta ‘gerçeklik’ hariç hiçbir şeye sadakat duymuş bir insan değilim. […] Sadakat kendi başına çok bir şey ifade etmiyor. Başka kavramlarla anılmaya ihtiyacı var; ya da başka kavramların kendilerini tarif ederken vazgeçemedikleri üç-beş demirbaş kavramdan birisi ve bunların en başta geleni otoriterlik ve otorite. Otorite[nin], en muhtaç olduğu [değer] sadakattir dersek, yanlış yapmış olmayız. Tüm enerjisini bizleri sadakat içerisinde tutmaya harcar. Resmi ideolojiye, kutsallara, tabulara, babaya, devlete, krala, sınırlara, geleneklere, örf- adetlere. Böyle uzar gider bu liste. […] Tanrı ile şeytan bir oluyor Peygamberi [Eyüp Sultanı] sadakatle sınıyorlar. […] Sadakat, sadık olmakla sınanır. […] [Ermeniler] Sıtk ile hizmet ettikleri zaman, iyiydi; onlar sadakati bıraktılar dolaysıyla başlarına geleni hak ettiler. Bakın, otorite sadakate ne kadar muhtaç. Dolaysıyla hemen ardından bu iki kelimeyle, biz onların efendileri olmuş oluyoruz, bunu söylemeden, onlar da sadık hizmetkârlarımız ya da bendelerimiz. Hemen bir görev tarifi yapılıyor. Eh, böyle sadakatsizlikler yapınca, “başlarına gelenleri hak etmişlerdir”i söylemeseniz de olur ki, genellikle söylenmez. Bu kadarını sen endoktrin edince, kafaların birçoğu böyle düşünmeye başlar. […] Başta ne dedik: Otoritenin en muhtaç olduğu olgu sadakattir, dedik; hiyerarşinin de en muhtaç olduğu şey sadakattir. Eğer sadakat ilişkisini tesis edemezse, hiyerarşi olamaz. […] sanattaki temsil biçimlerine değinmek istiyorum. Tiyatro, filmi, dizi, sinema, edebiyat… Buralarda çok görmüşsünüzdür. Krala, yurduna, ailesine, atına, itine böyle sadakat çok anlatılır. Ama genellikle edebiyatta ve sanatta işlenen biçimi aşk ve ilişkiler üzerinedir. Sadakat, orda da sadece kadına giydirilmeye çalışılan bir deli gömleğidir. Erkek bundan münezzehtir [ihtiyaç duymaz, uzak], vârestedir [muaftır, kurtulmuştur]. Hiçbir şekilde sorumlu tutulmaz. Her hangi bir Kara Murat serisi, Karaoğlan serisi, Türkiye’nin bu tarihi filmlerini hatırlayın! Halen dönmekte olan filmleri, adına komedi denilen filmlerini, komedi zannedilen, komik zannedilen filmlerini izleyin! Erkek gider Bizans, Rum bilcümle Gayri-Müslüm’ün kadınlarıyla, tecavüze varan her türlü şeyi yapar, bırak kınanmayı, hor görülmeyi, bu onun erkekliğinin bir nişanesine dönüşür. Bir de köy filmleri. Hiç yabana atmayın! Hani sinemamızda “köy filmleri” diye anılan filmler. Kadın; zorba ağanın, ya da tırnak içinde “kahpe Bizans’ın” tecavüzüne uğrar, o şartlarda bile, herkes beni bağışlasın, başka türlü ifade etmek mümkün değil, özür dileyerek söylüyorum, ilk yediği damga ‘orospu’ damgasıdır ve hiçbir orospu da filmin sonunu göremez. Filmin sonunda onlar yaşamazlar. […] O, bir an önce kurtulunması gereken bir şeydir, tıpkı gerçek hayattaki kadın cinayetleri gibi, ortadan biran önce kaldırılması gerek. Şimdi, üstelik bu erkek egemen bakış, yeniden yeniden her gün üretilerek dolaşıma sokulmaktadır. Masum zannedilen, cahillikle açıklanmaya çalışılan ya da yönetenin ya da yazanın ne kadar da iyi niyetli olduğuyla geçiştirilmeye çalışılan şeyler aslında bu stereo tipi – dediğim gibi - her gün hayatımıza sokuyor. O zaman sadakat için bir şey daha söylememiz lazım: Erkeklik ideolojisinin de en çok muhtaç olduğu şeydir ve arsızca her gün üzerinde tepinir. Dolaysıyla sadakat çok matah bir şeye benzemiyor buraya kadar. […] son söz olarak, sadakat sınırlara ihtiyaç duyar, sınarlar çizer. Mademki çizilebilen bir şey, o halde silinebilen bir şey olarak da görebiliriz sınırları.

 

Yedi Bilge Üstat – Anonym

[…]

İmparator der ki: “Ulu Bilge, oğlumun konuşmasını duymayı çok isterim ve eğer bu gerçekleşirse, mutlu bir şekilde öleceğim.” Bunun üzerine üstat da der ki: “Yarın sabah erkenden, imparatorluğunuzun tüm soylularının, dük ve baronlarının önünde bilgece konuşan oğlunuzun sesini duyacaksınız. Ayrıca imparatoriçe ile bizim, ikimizden hangimizin hakikati söylediğini de bilgece açıklayacak.” Üstat, imparatorun yanından ayrılır gider. Ardından yedi ulu bilge bir araya gelerek birbirine danışıp oğul Dyocletianum’u zindandan çıkarıp imparatorluk sarayına ne zaman götürmelerinin doğru olduğunu müzakere ederler. “Sekizinci gün ilk ayinden sonra”ya karar verirler. Ertesi gün zindana giderler, prens de yanlarına gelir, der ki: “Üstatlarım! Neyi uygun görürseniz, onu yapmaya hazırım. Merak etmeyin. Konuşacağım ve vereceğim cevaplarla hepimizin hayatını kurtaracağım.” Bunu duyan üstatlar prense ipek ve saten kıyafetler giydirerek ikisi önü sıra, biri sağında diğeri solunda, üçü de arkasında, ayrıca trombonlu, kavallı, orglu, kemanlı, beş telli sazlı ve çeşitli oyunlarla on iki ozan yola koyulurlar. İmparator bu coşkulu müziği duyunca ne olduğunu merak eder. Çevresindekiler, “Efendimiz, oğlunuz sizin huzurunuzda ve meclis önünde hesap vermeye geliyor”, derler. İmparator, “Ne güzel haberler bunlar. Tanrım, oğlumun konuştuğunu duymak, bu güne kadar duyduğum en güzel şey olacak”, der. Bunlar konuşulurken imparatorun oğlu da saraya varır. Baba oğlunu karşılamaya gittiğinde ilk duyduğu sözler, “Saygıdeğer babamın ve efendimin tanrı selamı üstüne olsun” olur. Oğlunun sesini duyan imparator mutluluk ve heyecandan kalbi ve tüm bedeni büyük bir sevinçle sarsılır ve yere yığılır. Oğlu onu hemen ayağa kaldırır. Oğlu tekrar konuşmak ister ama oraya toplanmış kalabalık mutluluğunu öyle sesli dile getirir ki, imparatorun oğlunu duyması ne mümkün. Bunu gören imparator, sırf halk sussun diye yollara altın ve gümüş dağıtır ki onlar dağıtılanı toplarken kendisi de oğlunu duyabilsin. Ancak bu pek işe yaramaz, çünkü halk imparatorun oğlunun konuşmasını duymaktan o kadar mutluydu ki, altın ve gümüşe aldırış etmez. Bunun üzerine imparator o denli sinirlenir ki konuşanı ölümle cezalandırılacağı emrini verir; ancak böyle herkes susar. Herkesin sustuğunu gören Dyocletianus konuşmaya başlar:

“Hazretli efendim ve atam. Ben konuşmaya veya anlatmaya başlamadan önce kraliçenin, nedimeleri ve bakireleri ile itiraz etmeden derhal buraya gelmesini arzu ediyorum.” İmparator emreder, imparatoriçe de büyük bir heyecan ve korku ile çıkagelir. Sonra oğul bütün halkın önünde, imparatoriçe de bakireleriyle birlikte herkesin görebileceği bir yerde durur. Oğul der ki: “Saygıdeğer İmparatorum, gözünüzü açın ve şu bakireler içinde yeşil kıyafetliye bakın.” İmparator da der ki: “Oğlum o bakireyi tanıyorum, imparatoriçenin en sevdiği bekâr nedimesidir.” Oğlu: “O halde emredin, herkesin önünde elbisesini çıkarsın ki kim olduğunu siz de görün” der. İmparator, “Herkesin önünde bir kadını üryan bırakmak büyük bir ayıptır” der. “Eğer kadınsa, benim ayıbım; değilse sizin ayıbınız”, diye yanıtlar oğlu. İmparator soyunmasını emreder ve karşısında, bir kadın değil, bıyığı terlememiş bir delikanlı bulur. Herkes şaşırır. “Görüyor musunuz efendim, bu delikanlı uzun zamandır sizinle ve birçok kez yatağınızda yattı. Şimdi durumu biliyorsunuz.” Buna tanık olan imparator, öfkeden ve hayretten kudurur ve her ikisinin de yakılmasını emreder. Ama oğlu itiraz eder: “Baba, onun hakkında, ta ki benimle ilgili dediği sözlerin gerçek yüzü gün ışığına çıkana kadar, şimdilik karar vermeyin.” İmparator: “Oğlum, onun hakkında hükmü ve tüm yargıyı sana bırakıyorum”, der. “Bana iftira etti; gerçekle onu yenmeliyim; gerçek onu mahkûm etsin. Baba, İmparatoriçenin isteği üzerine beni çağırttığınızda yedi üstat ile birlikte gökyüzünde yıldızlara baktık: Saraya döndüğüm ilk yedi gün içinde herhangi bir kelime sarf etmem halinde, acı bir sonla öleceğimi yıldızlardan okuduk. Karınız kendisine şiddet uyguladığımı söylediğinde, susmamın nedeni buydu. Beni sözlerle ve davranışlarla baştan çıkarmaya çalıştı, günah işlemem için zorladı. İstediğini yapmadığım için üstünü yırttı, yüzünü tırmaladı ve kendisine şiddet uygulamak istediğimi söyleyerek bağırdı.” Bunu duyan imparator karısına kötü kötü bakarak: “Seni uğursuz kadın, ben ve oynaşın yetmemiş gibi bir de oğlumu mu baştan çıkarmaya kalktın?” İmparatoriçe o saat dizleri üzerine çökerek merhamet diledi. “Seni ahlaksız kadın, sen merhameti hak etmiyorsun. Sen aslında ölümü üç kez hak ettin: Birincisi, bana sadık kalmadığın için. Diğeri, oğlumu baştan çıkarmaya kalktığın için. Üçüncüsü ise ona iftirada bulunduğun için. Ne kanunlar ne de adalet sana merhamet gösterebilir çünkü ölmelisin.” Oğlu araya girerek der ki: “Baba bildiğin gibi onun neden olduğu haksızlık yüzünden ben her gün darağacına sürüklendim. Tanrı ve üstatlarım beni bu güne kadar korudular. O nedenle şimdi de ben, hem kendimi hem de üstatlarımı bugün idamdan kurtarmak istiyorum.” Kral der ki: “Ey canımdan çok sevdiğim oğlum, oğlum olduğun için Tanrı'ya şükrediyorum, çünkü senin büyük bilgeliğini ve alçakgönüllülüğünü görüyorum. Şimdi de sen bana öğretici bir hikâye anlat ki senin bilgeliğinin bir işaretini göreyim, böylece yüreğim mutlu olsun.” Oğlu der ki: “Memnuniyetle baba. Ancak herkes ben konuşmamı bitirene kadar sessizce dinlesin. Konuşmam bittikten sonra da siz, ben ve imparatoriçe hakkında adaletli bir hüküm verin.” Bunun üzerine imparator çıt çıkmaması için emir verir, oğlu da anlatmaya başlar:

 

İki Arkadaş Hakkında

Bir zamanlar bir şövalyenin tıpkı sizin gibi bir tek oğlu varmış, onu bir üstadın yanına vermiş. Üstat onu yabancı diyarlara götürüp özenle eğitmiş, böylece aklı ve bilgeliği artmış. Yedi yıl üstadın yanında kalınca, babası onu çok özlemiş ve mektup göndererek oğlunu görmek istediği için, tıpkı sizin emrettiğiniz gibi, kısa sürede gelmesini istemiş. Çok saygılı olan oğul çabucak babasının ve annesinin yanına döner. Ebeveynleri oğullarını sağlıklı ve güçlü, yakışıklı ve bilgili olarak karşılarında görmekten mutlu olurlar. Bir defasında annesi ve babası birlikte masaya oturup oğulları da onlara hizmet ettiğinde bir bülbül çıkagelir ve bulundukları odanın penceresine konarak o kadar güzel öter ki hepsi şaşırıp kalırlar. Şövalye der ki: “Kuşun şarkısı beni çok etkiliyor. Tanrı bilir ya, kim ki kuşun bu şarkısını anlayıp bunu bize aktarabilseydi, gerçekten bilge bir insan olurdu.” Bunun üzerine oğlu, “Baba, bülbülün dediklerini pekâlâ anlayabiliyorum ve size aktarmak isterim. Ancak öfkenizden korkarım”, der. Babası ise, “Söyle oğlum, kuş ne ötüyor? Sana kızmam için ne olabilir ki?”, diye sorar. Bunun üzerine oğul der ki: “Kuş ötüşü ile dedi ki, ben öyle bir saygınlık kazanacağım ki babam elime su dökecek, annem de mendil tutacak.” Bunu duyan babası öfkelenir, “Sana hizmet edeceğimiz günü görmeyeceksin”, diyerek öfkeyle oğlunu tuttuğu gibi denize atar ve “Şimdi bak bakalım kuş neler ötüyor” diye de ekler. Tanrı oğlanın yüzmesini ister ve delikanlı bir adaya yüzerek çıkar. Ancak dört gün boyunca ne içecek suyu ne de yiyecek yemeği vardır. Delikanlı beşinci gün denizde bir geminin yaklaştığını görür. Gemi adaya yakın geçtiği için, tüm avazı çıktığı kadar bağırır: Tanrı aşkına onu adadan kurtarmalarını, yoksa orada ölüp kalacağını söyler. Denizciler genç delikanlıyı görünce ona acırlar ve onu gemilerine alarak uzak ülkelere götürür, zengin bir düke satarlar. Dük, bu delikanlıyı yakışıklılığından ve akıllı oluşundan ötürü çok sever. O sırada ülkenin kralı, bütün prensleri ve lordlarına huzuruna gelmeleri için haber salar. Dük de bu davete iştirak eder; giderken delikanlıyı da yanında götürür. Tüm soylular kralın huzurunda toplandıktan sonra, kral onlara şöyle hitap eder: “Sevgili Dostlar, sizi buraya neden çağırdığımı bilmek istiyorsunuz. Sizinle bir sır paylaşacağım. Kim ki bunu bana anlayacağım şekilde yorumlar, ona tek evladım olan kızımı vereceğim. Yaşadığım sürece de yanı başımda oturur, ölümümden sonra da tüm kudreti ile krallığımda hüküm sürer. Sözünü ettiğim sır da şudur: Üç kuzgun, atımı nereye sürersem ve nereye gidersem gideyim hiç peşimi bırakmıyor, rahat vermiyorlar. O bet sesleri ile bağırıyor, çığlıklar atıyor ve etrafımda o denli kanat çırpıyorlar ki bana eziyet ediyorlar. Şimdi kim ki bana bu kuzgun çığlıklarının ne anlama geldiğini söyler, ben de verdiğim sözü hiç tereddütsüz tutarım.” Toplantıya katılan beylerden, kralın anlattıklarını dinleyenlerden hiç kimse anlatılanları yorumlama ve anlamlandırma durumunda değil. Dük ile birlikte toplantıya katılan delikanlı, “Sevgili efendim sizce kral, eğer ben bunların ne anlama geldiğini kendisine söylersem, bana karşı da sözünü tutar mı?”, der. Dük, “Bence evet. Eğer sana da uygunsa, krala senden bahsedeyim”, diye cevaplar. Delikanlı, “Hayatımı ortaya koyarım” der. Bunun üzerine dük kralın yanına giderek der ki: “Saygıdeğer Kralım, hizmetimde olan bir delikanlı hem çok akıllı hem de bilgedir. İstediğiniz bilgiyi o size tam olarak söyleyecektir. Ettiğiniz yemini ona karşı da tutacak mısınız?” Kral ona şöyle cevap verir: “Tacım üzerine yemin ederim ki, sözümü tutacağım”. Delikanlı kralın huzuruna çıkarılır. Kral onu görünce der ki: “Ah genç dostum, soruma cevap verebilir misin?” Delikanlı onu yanıtlar: “Tabi ki efendim. Üç kuzgunun neden sizin peşinizden uçtuğunu ve korkunç bir şekilde bağırıp çağırdığını bilmek istiyorsunuz. Ben de bu sorunuzun cevabını vereceğim: Bir zamanlar birlikte yaşayan bir dişi ve bir eril kuzgunun bir yavruları olur. O dönemde ülkede büyük bir kıtlık baş gösterir, öyle ki birçok insan, hayvan ve kuş açlıktan ölür. Bu ortamda minik kuzgun yavrusu yuvada iken dişi kuzgun, yavrusunu terk ederek kendine yem bulmak üzere ayrılır ve bir daha da geri gelmez. Bunu gören baba kuzgun, büyüyüp uçacak duruma gelene kadar oğluna yiyecek ve içecek taşır. Kıtlık sona erdiğinde anne kuzgun, genç kuzgunun yanına çıkagelir ve onunla birlikte kalmak ister. Baba kuzgun ise bunu kabul etmeyip zor günlerde evladını terk eden annenin çocukta hakkı olmadığı düşüncesini savunur. Bunun üzerine anne kuzgun, bu erkek kuzgunun kendisinden doğduğunu, doğumda en çok acıyı kendisinin çektiğini, o nedenle de yavrusu ile birlikte olma hakkı olduğunu söyler.

Saygıdeğer kralım, işte bu nedenle bu üç kuzgun sizin peşi sıranız uçuyorlar ve sizden, genç kuzgunun kimin eşliğinde yaşaması gerektiği ile ilgili adil bir yargı bekliyorlar. Bu nedenledir ki ardı sıranız uçup korkunç bir şekilde bağırıp çağırıyorlar.” Bunun üzerine kral der ki: “O halde hemen kırlara at sürelim, bizi görünce uçup gelirler.” Öyle de olur. Kral yargısını açıklar: “Anne yavrusunu hayati tehlikeye atarak terk ettiğine göre, bence doğru ve adil olan yavru kuşun ona ait olmaması ve onun eşliğinde kalmamasıdır. Eğer anne, yavru ondan doğduğu ve acı çektiği için yavrunun onun olduğunu düşünüyorsa, acı, yavrunun doğumuyla mutluluğa evrildi. Erkek ise tüm doğumların başlangıcı ve nedenidir ve yavru kuşu, bedeninin emeğiyle büyütmüştür. Genç kuzgunun annesiyle değil babasıyla kalması gerektiği hükmünü doğru buluyorum.” Bunu duyan kuzgunlar büyük çığlıklarla gökyüzüne yükselip gözden kayboldular ve bir daha da görünmezler. Bunu gören kral delikanlıya dönerek “Sevgili evlat, senin adın ne?”, diye sorar. Delikanlının cevabı: “Benim adım Alexander/İskender’dir” olur. Kral, “Senden bir şey diliyorum: Şu andan itibaren benden başka baba tanımayacaksın. Eğer kızımı eş olarak alırsan da krallığımın varisi olacaksın” der. Böylece Alexander adlı delikanlı kralın yanında kalır, tüm şövalyeler ve beylerin de sevgisini kazanır. Herkesten önce kılıç sallar, yıkar ve dövüşür, mücadelelerde ülkenin kahramanı olur; ülkede benzeri yoktur ve en kafa karıştırıcı soruları büyük bir bilgelikle yanıtlar.

O çağlarda dünyadaki tüm imparatorlardan asalet, zenginlik ve bilgelikte daha üstün olan Titus adlı bir Roma imparatoru vardı. Öyle ki ünü tüm dünyaya yayılmıştı. Her kim ki disiplin ve asil davranışlar öğrenmek ister, ona giderdi. Bunu duyan Alexander krala der ki: “Babam ve efendim, İmparator Titus'un ihtişamı hakkında tüm dünyanın ne söylediğini biliyorsunuz. Eğer siz babam ve efendime de uygun olursa, daha bilge ve daha deneyimli olabilmek için bir süreliğine imparatorun yanında olmayı isterim.” Bunun üzerine kral der ki: “Benim için uygundur. Senden isteğim, benim şanıma ve onuruma yakışacak şekilde, senin de zor anlarında kullanman için yanına yeterince altın ve gümüş almandır. Gitmeden önce kızımı nikâhına alırsan ayrıca gönlümü de hoş edersin.” Genç adamın yanıtı: “Efendim, izin verin dönüp geldiğimde nikâhlanalım; o zaman büyük bir şerefle evlenirim” olur. Kral der ki: “Madem öyle istiyorsun o halde mahiyetindekilerle atlarınıza atlayıp giderken imparatora tanrı selamımı götürmen bana da uyar.” Alexander yanına altın ve gümüş alır, kral babasının da hayır dualarıyla imparatorun ülkesine doğru atını sürer. Mahiyetindekilerle birlikte imparatorun huzuruna çıktığında onu saygı ve hürmetle selamlar. İmparator ayağa kalkarak ona elini uzatır ve der ki: “Oğlum, nereden geliyorsun ve benden arzun nedir?” Alexander imparatoru şöyle yanıtlar: “Efendim, Mısır kralının oğluyum ve tüm dünyanın bahsettiği muazzam ihtişamınızı görmeye geldim ve size hizmet etmek isterim.” Genç adamın sözleri imparatorun hoşuna gider ve genç adamı yemekte masasına hizmet etmesi için saray sorumlusu yapar; kendisine güzel bir oda ve ihtiyacı olan her şey verilir. Alexander da bilge ve saygılı davranarak herkese kendini sevdirir. Aradan çok zaman geçmeden Fransa kralının oğlu da imparatorun sarayına gelir ve erdem ile bilgelik edinmek üzere o da imparatorun emrine girmek ister. İmparator onu da büyük bir şerefle karşılar ve soyunu sopunu sorar. Gelen genç adam soruları cevaplar ve der ki: “Ben Fransa kralının oğluyum, adım da Ludwicus’tur ve sizin hizmetinize girmeyi arzularım.” İmparator da, “Alexander’ı saray sorumluluğuna atadım, senin de sakim olmanı istiyorum ki her ikiniz de gözümün önünde olasınız ve bana hizmet edesiniz.” İmparator ikisini tanıştırır; iki genç adam boy pos, çehre ve gelenekler bakımından birbirine o kadar benziyorlar ki, birini diğerinden ayırmak neredeyse mümkün değildir. Sadece, Alexander tüm işlerinde cesur ve atılgan, Ludwicus ise utangaç ve korkaktı. […]

 


[1] Konuşmanın tümü için bkz: Sırrı Süreyya Önder. “Sadakate Davet”. İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi. İzmir, 20 Mart 2023: https://www.youtube.com/watch?v=9RxgInjIw9Q.

Nazire Akbulut

Nazire Akbulut

"Unrecht tun und Unrecht dulden
Me-ti sagte: Wichtiger, als zu betonen, wie unrichtg es ist, Unrecht zu tun, ist es zu betonen, wie unrichtig es ist, Unrecht zu dulden. Unrecht zu tun haben nur wenige die Gelegenheit, Unrecht zu dulden viele." Bertolt Brecht

“Haksızlık yapmanın ne kadar yanlış olduğunu vurgulamaktan daha önemlisi, haksızlığa göz yummanın ne kadar yanlış olduğunu vurgulamaktır. Sadece birkaç kişi haksızlık/ adaletsizlik yapma fırsatına sahipken, pek çok kişi haksızlığa tahammül etmektedir.” Bertolt Brecht

Yorumlar (0)

Nazire Akbulut
  • Henüz Yapılmış Yorum Yok

Bir Yorum Bırakın

Nazire Akbulut
captcha

Güncel Yazılar

Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut
Nazire Akbulut

Kapatmak için X butonuna basınız